Selahattin Yusuf

03 Aralık 2012, Pazartesi

Tatil önerileri ve uyarıları

Tükenen bir hayat tarzı, giderek bizi de tüketir. "Yaşanmayan hayat, üzerinde düşünmeye değmez", doğru söylüyor düşünür; ve yine doğru söylüyor: "Üzerinde düşünülmeyen hayat da yaşamaya pek değmez…"

Yaklaşık on yıl önceydi. Huzurum fena halde kaçıktı. Kelimenin argo anlamıyla da "kaçık" yani. Günlerce düşündüm taşındım. Aklıma kendimden kurtulmamın bir yolu gelmedi. En sonunda, bir gün kahvaltı yaparken, dedim ki ülkeden kurtulayım. Bir süreliğine gideyim buralardan. Belki İstanbul'u, Türkiye'yi geride bırakırken, o arada kafamı da geride bırakırım. Vizesi olmayan bir ülke seçtim. Çok kolaydı her şey.

Ertesi sabah uçağa atladım. Burnu havaya kalktığında, kafamın içindeki mat bilyeler kafamın arkasında bir yerde toplanıverdiler. Hayata biraz yer açılmıştı. Uçak boşlukta düzeldi ve boşluk yeniden doldu. Ama önemi yoktu çok. Biraz serinlemişti kafam sanki. Ama yeterli miydi, hayır. İlk defa yurt dışına çıkıyordum. Sırt çantamdan başka bir şey yoktu benimle. Onun içinde de kitaplar, pipo takımlarım ve birkaç iç çamaşırı filan. İlk ne zaman oldu, biliyor musunuz o? "Ne?" demeyin, bekleyin.

Uçağın lastikleri o ülkeye sürtündüğü anda. İlk o anda! Tuhaf, küçük bir karıncalanma oldu zihnimde. Eğer depresyon ve melankoli aylardır oturmuş sizi tartışıyorlarsa ve sizinle ilgili asla bir sonuca varamıyorlarsa, bu olağanüstü bir andır. Uçağın lastikleri pistte ilerlerken, ben hayat hakkında artık yepyeni, çok küçücük, ama yepyeni bir bilgi sahibi de olmuştum. Buna bilerek "bilgi" diyorum. Heyecan demiyorum. Heyecandan oldum olası çekinmişimdir. Onu bilgi olarak saklamayı seviyorum. Heyecan geçiyor; ama bilgi kalıyor ve ihtiyacınız olduğunda yeniden heyecana dönüşebiliyor. Neyse.

Kar altındaydı Sarajevo. Arnavut -olduğu her halinden belli- taksi sürücüsüyle konuşa konuşa katedralin önündeki o kalabalık caddeye kadar gittim. Çantamı koltuğa fırlatıp oturdum. Pipomu yaktım ve -hâlâ zihnimin bir köşesinde güpgüzel bir çiçek gibi anısını sakladığım- Impulse Cafe'nin en sert Hırvat kahvesini söyleyip kâğıt kalem çıkardım. O "bilgi"yi kaydettim. Lastiklerin ilk sürtünme anında bilincimde oluşan kamaşmayı. Uzun uzun yazdım. Akşam oldu. Hiç tanımadığım bir yerde, hem tanıdık hem yabancı bir kar camın önünden lapa lapa yere iniyordu. Biteviye ve sakin. Vitrinde yüzü sokağa çevrilip unutulmuş bir Buda heykeli gibi kalakaldım ben de. Akşam boyunca sürdü bu bilgi. Ve hâlâ sürüyor.

Ama kafam çok geçmeden geri gelmişti. Kurtulamamıştım kafamdan. Diyeceğim o ki, kurtulamayız. Siz de kurtulamazsınız. Bundan vazgeçmelisiniz. Kafanız sizi takip eder. Onu yepyeni bilgilerle, keşiflerle ancak oyalayabilirsiniz. Ama oyalanmayı sürdürmek ve bilgisini saklayıp kendiniz için yeniden işlemezseniz olmaz. O zaman yandık işte! Zenginliği kaybettik, yolumuzu şaşırdık demektir. Oyalanmayı gıdaya çevirmemiz lazım. En çok da ruhumuzun yiyeceği haline getirmemiz lazım onu. Suya ilk daldığınız andaki geçici bilinç kaybı, bir kadını/erkeği haz yolundan severken oluşan geçici bilinç kaybı, bir klasik müziğin -nasılsa açıkta bırakılmış ve içi kan dolu- sinir uçlarınıza ani dokunuşunun oluşturduğu geçici bilinç kaybı, önünüzden aşağıya uzanmış ve bütün anlaşılmazlığını şurada burada boy atmış gelinciklerin tarifsiz açıklamalarına bırakmış yamacın, zihninizde oluşturduğu geçici bilinç kaybı. Bu ve daha sonsuz sayıdaki bilinç kaybı imkânlarını "bilgiye" de çevirmemiz lazım.

Onları, onlardan daha büyük bir metafizik içinde yeniden görmemiz lazım. Onları, onları da içine alıp sarmalayacak, daha büyük bir ışık altında görmemiz lazım. Yoksa tükenir. Tükenen bir hayat tarzı, giderek bizi de tüketir. "Yaşanmayan hayat, üzerinde düşünmeye değmez", doğru söylüyor düşünür; ve yine doğru söylüyor: "Üzerinde düşünülmeyen hayat da yaşamaya pek değmez.."

Hayatımda yaptığım en güzel tatil, öğrenciyken bir grup arkadaşımla Fethiye'de yaptığımız tatildi. Çadırları denizin hemen kenarına kurmuştuk. Edebiyattan, hayattan konuşuyorduk. Hararetli konuşmalarımızı denizin aniden kıyıya yıkılan sesi kesiyordu. Denizi dinleyip, yeniden muhabbete dalıyorduk. Sonra uyuyor, dalgaların çakıl taşları üzerindeki sesiyle uyanıyorduk. O günlerde okuduğum kitapların lezzetini unutamam. Okuduğum o kitapları, zihnimde yaratıcı yanlış anlamalarla daha büyük bir metafiziğe çevirmeseydim; onları, onlardan daha büyük bir metnin içinde görmeseydim, göremeseydim, şimdi onlardan bu kadar içim yanarak bahsedebilir miydim?

SON DAKİKA