Türkiye'deki toplumsal gerilimlerin en derininde, kendi derdinin önemli ve anlamlı; başkasının derdinin önemsiz ve anlamsız olduğuna inanmanın yattığı kanaatindeyim... Başkasının derdinin dert olduğunu görünüşte kabul ediyoruz, fakat gerçekte inanmıyoruz... Dertler ancak aynı olunca birbirimizi anlayabiliyoruz.
Mesela aynı depreme maruz kalıp yakınlarını kaybetmiş insanlar gerçekten anlayabiliyor başkasının derdini, fakat bir Sünni'nin bir Alevi'nin derdini bu anlamda ve bu yoğunlukta hissedebildiğini söyleyebilir miyiz? Ya da kaç Sünni çıkar böyle? Buna sağlamaya sevgi yetmez, içten bir saygı duygusu gerekir.
Emek sinemasını bir tür "kutsallıkla" sahiplenen ve haklı olarak hassasiyetlerine saygı isteyen Emek direnişçilerine sorsanız, aralarından acaba kaçı mesela dindar kadınlar için gerçek bir ihtiyaç olan "kadın plajları"nı kabullenir? Çözümün, başkalarının derdini anlamakta ve onun giderilmesi hamleleri karşısında, sanki kendi derdi çoğalacakmış gibi "dellenmemekte" olduğu açık değil mi? Meseleye bu zaviyeden baktığımda görüyorum ki, en güzel Emek Sineması yazısını, yolu Emek'ten hiç geçmemiş olsa da Emek direnişçilerine hak veren ve onlar için kendisini "helâk eden" bir muhafazakâr yazdı.
Yazar Ahmet Turan Alkan'ın Zaman'da çıkan "Emek hakkında nutuk" yazısından kısa bir bölüm: "Sana ne üstad, senin için hiçbir mânâ ifade etmeyen, ömründe bir kere bile görmediğin, farkında bile olmadan belki birkaç kere önünden geçip gittiğin bir ticarî binâ için niçin kendini helâk ediyorsun, diye somurtabilecek bazı zevât için sebebini izah ediyorum." "Basit! Kudsî mekânlara saygı göstermek insanlığın icâbıdır da ondan. "Emek Sineması farzımuhâl benim için yaşlı bir ticarî binadır fakat onu sevenler açısından ne mânâ ifade ettiğini tayin hakkını kendimde görmem. "Anadolu'da dalına çaput bağlanan, adak dilenen, hattâ niyaza durulan ağaçlar vardır; böyle şeyler bâtıl itikaddır diye burun kıvırıp geçebilirsiniz, ancak 'Hiayyt, hurafe ile mücadele ediyorum bre!' diyerek baltayı kapıp girişemezsiniz gövdesine gövdesine.
Neyse odur! İnanmak zorunda değilsiniz fakat hürmet göstereceksiniz." (...) "İnsanların itikadlarını rencîde etmemek lâzımdır efendiler. Entelektüellerin de kendine göre inançları, mübârek günleri, hac mekânları, âyin ve ibâdet ritüelleri, azizleri, 'Credo'ları vardır; 'Bizim bildiğimize uymuyor!' diye yok sayamazsınız."
Bilmiyorum, Cumhuriyet Halk Partililer Türkiye'nin en itibarlı dergilerinden Birikim'in partilerinin kapak konusu olarak işlendiği Mart sayısını gördüler mi? Umalım ki, "CHP: Yine / Aynı" şeklindeki kapak spotuna sinirlenip kendilerini dergiden uzak tutmamış olsunlar... Umalım ki, İstanbul İl Başkanı Oğuz Kaan Salıcı, kendisiyle yapılmış uzun bir söyleşinin de yer aldığı Birikim dergisinden hiç değilse birkaç yüzünü satın alıp önemli parti kadrolarına dağıtmış olsun...
Dostun acı söylediğine dair atasözünde bir hikmet görüyorlarsa şayet, CHP'liler bu sayıdan mutlaka edinsinler ve okusunlar diyorum ben... Dergide benim ilgimi en çok Kazım Ateş ve Okan Konuralp'ın birlikte yazdıkları "CHP: Ya melankolik ısrar ya başka bir yeni" başlıklı yazı çekti. Yazarlar, makalelerinde, "Cumhuriyet melankolisi"ne takılıp kalmış bir CHP'nin neden "yeni" ve "çağdaş" bir parti haline gelemeyeceğini irdeliyorlar. Yazarlar, analizlerine, "sevgi nesnesinin kaybedilmesi" durumunda ortaya çıkan iki tepkiyi, Freud'a dayanarak ele
alıyorlar: Yas ve melankoli. Ateş ve Konuralp, Freud'a dayanarak bu iki tepkiyi ayrıştıran temel noktanın sevgi nesnesinin kaybının kabullenilmesi (yas) ya da kabullenilmemesi (melankoli) olduğunu söylüyorlar.
Böylece biz, CHP'nin, geçmiş altın yıllara dair duygusunun neden bu kadar "koyu" olduğunu anlayabiliyoruz. Bu duygunun günümüzün siyasi sorunlarının çözümünde nasıl bir engel oluşturduğunu artık bu noktadan itibaren kolayca tahmin edebiliriz: Sorunların çözümü basittir, yapılması gereken tek şey "altın çağ"a dönmektir. Yazarlara göre, bütün "melankolik özne"ler gibi CHP de bütün enerjisini kaybolduğuna inanılmayan "sevgi nesnesi"nin korunmasına ayırmaktadır ve bu da demokrasi değil otoriterlik üretmektedir. "Melankolik öznenin bir diğer görünümü, cumhuriyeti korumak adına demokrasiye karşı çıkmak, daha açık ifadeyle cumhuriyeti demokrasiden korumak gerektiği inancında ortaya çıkmaktadır. Deniz Baykal'ın 2008'de kullandığı bir ifadeyi hatırlayalım: 'demokrasi cumhuriyeti boğmamalı'."