Alper Görmüş

19 Nisan 2013, Cuma

Coşkun Aral

“Bizimki de hayat mı” dedirten hayat!

Un kokusuyla başlayan hayatı, kendi deyişiyle "kan koku"suyla sürdü... Siirtli, un fabrikası işleten bir ailenin çocuğuydu. Bütün gençliği ve gazeteci olarak profesyonel hayatı da, doğduğu bölgede 30 yıldır hiç dinmeyen kanlı bir savaşı ve yetmezmiş gibi dünyanın her yerinden onlarca savaşı izleyerek geçti...

Ondan önce doğan iki kardeşi yaşamamıştı... Çocukluğu da zatürre, raşitizm gibi hastalıklarla boğuşarak geçti. Yani, metafiziğinizi biraz zorlasanız, hayatının "hayatta mücadele kalma sporu"yla geçeceğinin delilini çocukluğunda bulabilirsiniz... Zengin sayılabilecek bir ailenin çocuğuydu... Babasının amcasıyla birlikte 1928'de kurduğu un fabrikası, bölgenin ilk fabrikasıydı ve doğrudan Atatürk'ün emriyle faaliyete geçmişti.

Fakat Aral 1956'da doğduğunda ailenin işleri kötüleşmeye başlamıştı. Çünkü iktidarda artık Demokrat Parti vardı ve Aral'ın ailesi tanınmış bir Cumhuriyet Halk Partili aile idi. Aral'ın çocukluk günleri, haciz için gelen memurların evin buzdolabını götürdüğüne, annesinin bileziklerinin satıldığına şahitlik etmekle geçmiş. Beş yaşında halasının oğluyla İstanbul'a gelmiş ve ilkokulda o güne kadar zihnini hiçbir köşesinde bulunmayan davranışlarla karşılaşmış. "Beni en son sıraya koydular...

Hayattaki ilk ötekileştirilme tecrübemdi" diye hatırlıyor o günleri. Bir yıllık sıkıntının ardından, İstanbul'a gelen babasından onu Siirt'e geri götürmesini istemiş. Siirt'teki ilkokul yıllarında babasının eşraf pozisyonu nedeniyle kurtulduğu dayak seansları onda derin izler bırakmış. Anlattıkları, bu tecrübenin, onun sonraki hayatının önemli motiflerinden biri olacak "ayrıcalıklılardan hoşlanmama" tavrında önemli bir rol oynadığını gösteriyor: "Bana geldiğinde öğretmenler geçiyordu...

Arkadaşlarımın bakışları kurşun gibi geliyordu bana." İlkokulu Siirt'te bitirdi, orta birinci sınıfın ardından tekrar İstanbul'a gitti, halası ve kuzeniyle birlikte yaşamaya başladı. Gazeteciliğe, İstanbul'dan Siirt Mücadele gazetesine gönderdiği "Boğaz Köprüsü'nün açılışı" haberiyle başladı. 12 Mart davalarını izleyebilmek için Mücadele'nin rotatifinden kendisine bir de basın kartı çıkardı. Henüz 16-17 yaşlarındaydı... Çocukluğunda ve ilk gençliğinde bu türden başka "kurnazlık"ları da oldu, fakat bunların birinde, çıraklık ettiği işyerinde bir Musevi kadından öyle bir hayat dersi aldı ki, "rıza"sız bir şey yapmamayı işte o tek dersle öğrendi...

Aslında hayli masum bir kurnazlıktan söz ediyoruz: Öğle paydosunda, "matmazel" ve başka çalışanlar için dönerciden aldığı birkaç porsiyon döneri başının üstüne yerleştirdiği tepside işyerine getirirmiş... Bir gün dönerciye, öbür tabaklardan birer parça alarak kendisi için ilave bir tabak hazırlamasını teklif etmiş, dönerci de kabul etmiş. "Matmazel" bunu duyunca, "Ne sana yediririm, ne kendim yerim" demiş ve kendi döneriyle birlikte onunkini de alıp çöpe dökmüş. Aral "başkalarının hakkı" ve "rıza" konusunda o günden sonra başka biri olduğunu anlatıyor. Öğretmenlerin sıra dayağı hikâyesi ile bu hikâyenin onda bıraktığı izlerin anlamına daha iyi nüfuz edebilmek için, Aral'ı, o tecrübeleri sonraki hayatına bambaşka "iz"lerle taşıyacak milyonlarca insanla kıyaslamak gerekir. Öyle değil mi?

Sıra dayağını "oh be, iyi ki babam varmış, sayesinde yırttık" sevinciyle karşılayacak milyonlar yok mu? "Matmazel" tecrübesinde de öyle olmuş: Aral, o hikâyeyi kime anlatsa, "sana müstehak, sen de salaklık edip işin doğrusunu anlatmasaydın" tepkisiyle karşılaşmış.

"Ben bu dünyaya iz sürmeye geldim"

Gelelim gazeteci Coşkun Aral'a... Gazetecilik mesleğinin mensuplarından talep ettiği duyguların başta geleni olan "merak"tan Coşkun Aral'da mebzul miktarda var... O duygu onu nasıl daha 15'inde rotatiften sahte basın kartı basmaya teşvik ettiyse, 17'sinde de babasının imzasını taklitle pasaport çıkartıp Romanya ve Bulgaristan'a taşımış...

Bu otostop macerasının ardından da Savaş Ay'la otostoplu Avrupa yolculuğu gelmiş. Bana, "Coşkun Aral'ın gazeteciliğinin en takdir ettiğin yanı nedir" diye sorulsaydı, ne cesaretinden, ne çalışkanlığından ne de akla hemen gelebilecek büyük gazetecilik başarılarından söz ederdim... Ben Coşkun Aral'da en çok, kendisini gazeteciliğin "korkunç bileşim"inin dışında tutabilmiş olmasını takdir ediyorum...

"Başarı" dışındaki her şeyi bir kenara bırakan bir "etik" ile "haber"i kutsallaştıran bir gazetecilik anlayışının bir araya gelmesiyle oluşuyor bu "korkunç bileşim..." Başarılarını darda olanların dünyasını yansıtmaktan devşiren savaş muhabirleri, bu tuzağa en açık gazeteci kesimini oluşturuyor hiç kuşkusuz. Çok şükür ki Coşkun Aral onlardan değil; icabında fotoğraf makinesini bir yana bırakıp hayat kurtarmaya çalışan bir fotoğrafçı o. Washington Post gazetesinin Lübnan muhabiri Nora Boustany, böyle bir kurtarma çabasına tanık olduğu Coşkun Aral'ın davranışını hayranlıkla anlatır. Bu davranışın ne kadar kıymetli olduğu, "başarı"ya ve "haberin kutsallığı"na yapılan vurguların bazı gazetecileri hangi noktaya taşıdığına bakarak daha iyi anlaşılabilir. Hatırlayalım, geçtiğimiz yıl ABD'de bir fotoğrafçı, metro raylarına düşen bir yolcuya elini uzatıp çekmek yerine, onu ve üzerine gelmekte olan treni fotoğraflamayı tercih etmişti.

Aral, böyle şeylerin "anlık refleks"lerle ilgili olduğunu söyleyip kendisi gibi davranmayan meslektaşlarını suçlamaktan kaçınıyor ama Türkiye'den yine çok önemli bir fotoğrafçının bu olaya dair açıklamaları, "gazeteciliğin korkunç bileşimi"nin korkunç bir "felsefe"ye dönüşmekte olduğunu gösterdi bize... Sebati Karakurt'a göre, bu olaydaki fotoğrafçıyla doğa belgeselcileri arasında bir fark yoktu... Nasıl ki belgeselciler ceylanları yiyen aslanlara müdahale etmeyip onları fotoğraflıyor ve biz bunda yanlış bir şey görmüyorduk bu olaydaki fotoğrafçının tercihinde de yanlış bir şey yoktu. Vaziyet böyle... O nedenle, bu türden tartışmalarda en fazla konuşma hakkı olan gazetecilerden biri olan Coşkun Aral'ın biraz daha "atak" konuşması gerekmez mi?


Entelektüel cesaret...

Coşkun Aral'a dair bir portrenin onun "cesaretine" değinmeden bitmesini tuhaf karşılayacak olanların arzularını kısmen yerine getirerek bitireceğim... "Kısmen" diyorum, çünkü sözünü ettiğim cesaret, onun her türlü riski göze alarak giriştiği haber maceralarındaki gözüpekliğiyle ilgili değil...

Ben, onun entelektüel cesaretine işaret etmek istiyorum. Coşkun Aral, bir şeye inanıyorsa, karşılaşacağı baskı ne olursa olsun bunu dile getirmekten kaçınmayan bir cesaretin sahibi... Bunu, sadece, Cumhuriyet'in "harf devrimi"ni büyük bir uygarlıkla bağları kesip attığı için kesinlikle yanlış bulduğunu kendi mesleğinden örnekler vererek her fırsatta dile getirmesine bakarak dahi öne sürebilirim, ki yerim olsa başka bir sürü örnek verebilirim. Şimdilerde en çok Suriye'de olmak istediğini söylüyor...

Neden gitmediğini de, fiziki sorunları nedeniyle mesela koşması gerektiğinde koşamadığı için kendilerini kendisine yardım etmek mecburiyetinde hissedecek arkadaşları adına kaygılanmasıyla açıklıyor. Ben bu gerekçede, Çoşkun Aral'ı Coşkun Aral yapan her şeyi bulabiliyorum.

NOT: Bu portreyi yazarken Mehmet Gündem'in Coşkun Aral'la TRT'deki Gündem'e Özel programı için yaptığı söyleşiden geniş bir biçimde yararlandım. Mehmet Gündem'e teşekkür ederim... Başlık için de Ekşi Sözlük'ten "intihar etsem de kendime gelsem"e teşekkürler...

SON DAKİKA