Manastır'da doğdu. Asıl adı Olga'ydı. Annesini de babasını da hiç bilmedi. Daha sonra "teyze" dediği bir kadın tarafından büyütüldü. 1942'de, İkinci Dünya Savaşı'nın dehşeti içinden bir kamyonun altında İstanbul'a kaçırıldı. Eyüp'e yerleştiler. "Teyze"si ona yeni bir nüfus cüzdanı çıkardı. Adı artık Muhterem Kısa idi.
İlkokulu Eyüp'te bitirdi, 14 yaşında bir dokuma fabrikasında çalışma hayatına başladı.
1950'lerin başlarında, ki yaşı artık 20'lere gelmiştir, mahalleden arkadaşı, Bulgar göçmeni Üftade ile Beyoğlu turlarına başladı. İkisinin de zihinlerinin gerisinde "artist" olup kısa yoldan yoksulluktan kurtulmak vardı.
Onu Beyoğlu'nda ilk keşfeden kişi, orada inzibat subayı olan, sonradan Film San Vakfı başkanı olacak Ümit Utku'ydu. Utku, ağabeyinin gece kulübündeki ilk karşılaşmalarında belki biraz da üniformasına güvenerek Muhterem Nur'u dansa davet etmek istedi. Ne var ki üniforması gerçekte dezavantajıydı; dans teklifi "subaylardan nefret ederim" sözleriyle reddedildi.
Nur, kısa süre önce boşandığı, hayatı kendisine zehir eden subay kocası nedeniyle subaylardan nefret ediyordu; ondan bir de oğlu vardı.
Fakat devamı geldi ve aralarında sekiz yıl sürecek aşk, 1950'de böyle başladı.
İlk film teklifini 1950'lerin başında Muharrem Gürses'ten aldı.İkinci filmi ise (1952), Osman Seden'in yönettiği "Kanun Namına"ydı... Başrollerde Ayhan Işık ve Nedret Güvenç vardı. Bu filmlerdeki adı AyselUtku'ydu. Daha sonra Ümit Utku'nun önerisiyle Muhterem Nur'u benimseyecek ve öylece devam edecektir.
"Boş Beşik", başrol oynadığı ilk filmiydi. Bu dönemde ücretini film başına değil maaşla almaktaydı: Aylık 500 lira.
Artık başroller dönemi başlamıştı ama onu "star" statüsüne kavuşturacak olan filmi 1958'de çekecekti: "Üç Arkadaş".
Fikret Hakan, Salih Tozan ve Semih Sezerli gibi üç zamane devi karşısına öyle bir oyun çıkarmıştı ki, önceki acemiliklerini hatırlayanlar şaşırıp kalmışlardı.
Muhterem Nur sevgisi 1960'larda, belki ancak sonraki "Türkan Şoray sevgisi" ile karşılaştırılabilecek bir boyuta ulaştı. Bu kıyaslamayı yapanlardan biri de Türk sinemasının en yetkin isimlerinden Âgâh Özgüç'tü. Özgüç, vardığı sonucu şöyle ifade etmişti:
"Bugün o mertebeye Türkan bile erişemedi. Sultan oldu ama Muhterem'in gördüğü sevgiyi göremedi."
Bilhassa kadınlar bağrına basmıştı onu. Çünkü Özgüç'e göre o Türk kadınının acısının, anaçlığının, yazgısının simgesiydi.
Muhterem Nur da yıllar sonra bir efsane haline gelişini açıklamaya çalışırken aynı gerekçeye dayanacaktır:
"En büyük dramları ben oynadığım için Türk seyircisi bende kendisini buldu."
"Ben, onun kadar iyi değilim"
Kişilik olarak Müslüm Gürses'e benzediğini söyleyemeyiz... O da gizlemiyor bunu zaten, Gürses'teki yumuşaklığın, kalenderliğin kendisinde bulunmadığını söylüyor:
"Benim kocam, dünyanın en iyi kocası, en iyi erkeği. Allah her kadına nasip etsin. Ben onun kadar iyi değilim. Dırdırcıyım."
Hoş, Müslüm Gürses tipi "iyilik" ile kimin "iyiliği" kıyaslansa aynı sonuca varılır ya...
Bu noktada, "Müslüm Baba iyiliği"ni gösteren küçük bir parantez açmak isterim...
Yeni Harman dergisinde okudum... Televizyonlardaki "Şakacı" programıyla tanıdığımız Çetin Çiftçioğlu 2004'te bir TV programında "şakalamış" Müslüm Gürses'i... Şakanın entrikası, "Mehtaplı gecelerde hep seni andım" şarkısının girişinde, darbukacının "kontra" çalmasıymış.
Müslüm Gürses, "Neredeyiz, n'oluyoruz" diye kesmiş müziği hemen. Hemen anlatılmış: Seyfi Abi'nin eşi doğum yaptığı için aceleyle, işte bu genç darbukacı bulunmuştu!
İkinci deneme aynı... Üçüncüde Baba bütün yumuşaklığı ile şarkıya nasıl girmesi gerektiğini anlatmış, fakat nafile... Dördüncüde arkadaşları bırakıp gitmesini söylemişler darbukacıya, o da ağlamaklı bir yüz ifadesiyle yerinden kalkıp "darbukacı gider" demiş. Tam kapıya doğru ilerlerken, sesi duyulmuş Gürses'in: "Darbukacı hiçbir yere gidemez, aynen geri döner..."
Müslüm Gürses, başkalarını üzmemek için yaşayan bir insandı, böyle bir şefkati vardı.
Kimin şefkati yarışabilirdi ki böyle bir şefkatle, Muhterem Nur'unki yarışsın.
"Şeriatçı filmde oynamam!"
Muhterem Nur, kendisinin de kabul ettiği gibi başka karakterde bir insandı. Karakteri, çevresine, başkalarına, dünyaya bakışına da yansıyordu ister istemez.
1995'te "Milyar verseler şeriatçı filmde oynamam. Niye alet olayım? Yakışır mı?" derken, muhtemelen sadece başrolünü tesettürlü bir kadının oynadığı bir filmden söz ediyordu.
Şimdi böyle cümleleri Tarık Akan'lar falan sarf ediyor. Muhterem Nur'un ise Müslüm Gürses gibi bir insanla uzun yıllar yoldaşlık ettikten sonra bu katılıkta düşünmeye devam ettiğini kesinlikle varsayamayız.
Türkiye gazetesinden Fatih Vural'a verdiği söyleşide, kocasının cenaze namazının Teşvikiye'de değil Fatih ya da Eyüp Camisi'nde kılınmasını arzu ettiğini söylemişti... Yalnız bu bile köprülerin altından çok suların aktığını göstermiyor mu?
Onu yakından tanıyanların, bilhassa da birlikte çalıştığı yönetmenlerin ortaklaşa dile getirdikleri bir karakter özelliği daha var: Özgüven abidelerinin "eziklik" olarak bile tanımlayabileceği düzeyde bir vericilik ve hırstan yoksunluk... Agâh Özgüç'ün sözleriyle:
"Çok ilginç ve zorlu bir yaşamı var. Bir kere çok duygusal. Tipik Türk kadını. Boynu eğik, başkaldıramayan. Filmlerinde aslında kendi hayatını oynadı."
Fakat ben Özgüç'ün yerinde olsaydım "boynu eğik" yerine "başkaldırmayan" derdim. Çünkü, karakterinin bu tarafı, Muhterem Nur'un "doğru"luğuna inandığı bir ahlakın yansımasından başka bir şey değil. Çünkü o, özellikle kadın erkek ilişkisinde "eşitlik"ten çok "korunmakollanma duygusuna, şefkate ve dayanışmaya inanıyordu.
"Eş"ini bulana kadar bunları hiç görmemiş ve bunların hayaliyle yaşamış birinin böyle olmasından daha doğal ne olabilirdi ki? Hele ki karşısına "sırf şefkat" bir adam çıkmışsa, üstelik o da şefkate muhtaçsa ve birbirlerini şefkate boğmuşlarsa; kimse kızmasın, böyle bir durumda bazı "modern" değerler anlamını yitirebilir.
Muhterem Nur, aslında geleneksel bir kadın. Kocasının ne kadar iyi ve şefkatli olduğunu anlatırken onun "kılıbık" olarak algılanacağından korkup şöyle şeyler söyleyen bir kadından söz ediyoruz:
"Benim 21 yıllık kocam asla kılıbık değil. Mutfağa girdiğini, bir bardak su aldığını görmedim. Kirli çoraplarını kirli sepetine bile atmaz, çıkarır lavabonun kenarına bırakır."
Muhterem Nur'un Müslüm Gürses'e neden ibadet eder gibi bağlandığını anlayabilmek için, starlıkla dansözlük ve turne şarkıcılığı arasındaki döneme, oradaki ilişkilerine bakmak gerekir... Karşılığında beladan başka bir şey görmediği sınırsız bir vericilik dönemiydi bu...
Onu sömüren erkeklerden kalan borçları ödeyemediği için cezaevine bile girdi. Bu döneminden gerekli dersleri çıkarmış görünüyor: Vericiliği devam ediyor ama sadece hak edene...
Müslüm Gürses, Muhterem Nur'la uyumunun sırrını anlatırken "Tamah fakirliktir, kanaat zenginliktir" demişti.
Hayatının önceki dönemine bakınca, Muhterem Nur'un da buna bütün benliğiyle inandığı anlaşılıyor.
NOT. Meslektaşım ve arkadaşım Gülden Aydın'ın 1995'te Müslüm Gürses-Muhterem Nur çiftiyle aynı otelde birkaç gün geçirerek kaleme aldığı ve altı gün boyunca Hürriyet'te yayımladığı uzun söyleşi elimin altında olmasaydı, bu portreyi yazamazdım. Bana bu imkânı sağlayan Aydın'a teşekkürü borç bilirim.