Ali Bayramoğlu

21 Haziran 2013, Cuma

İkinci demokrasi devrimi ihtiyacı…

Ülkenin önündeki ilk demokrasi devrimi askeri vesayet düzenin yıkılmasıydı. İkinci devrim katılımcı bir yapının tesisi olacaktır.

Türkiye son 10 yılda gerçekten büyük yol kat etti.
Bunun en önemli yönü, ülkenin Kemalizm'le hesaplaşması, bu çerçevede devletin sivilleşmesi, askerin siyasi karar süreçleri dışına çıkarılması oldu.
Öte yandan toplumsal düzeyde yeni bir sentezin doğmaya yüz tutması, laik kesimde demokratikleşme, muhafazakar kesimde kimliğini değiştirmeden evrensel değerlere doğru seyretme son derece olumlu gelişmelerdi.

Artan kamu hizmeti kalitesi, siyasi ve ekonomik istikrar ve başarı, esnek bir dış politika, artan toplumsal özgüven, anlamlı bir demokratikleşme dalgası, bu dalganın Kürt sorununa bile değmeye başlaması bu çerçevede yaşandı.

Özet, siyasal ve toplumsal bir başarı öyküsü, eksik, aksak yönlerine ragmen bir demokrasi öyküsüdür.
Tablo bu…

Ancak son günlerde Gezi Parkı etrafında başlayan, daha sonra farklı arayışları içererek yaygınlaşan sokak muhalefeti dalgası, bu tabloya oranla kimi soruların sorulmasını gerektiriyor.
Önce olaylara bakalım…

Bunların pek çok katman içerdiği su götürmez.
Önce bildik katmanı ekarte edelim.
Bu katman, 28 Şubat ve 27 Mayıs heveslilerinin, bir çevre hareketi ve polis şiddetini bahane ederek devreye girmelerine işaret ediyor. Olaylardan AK Parti iktidarının yıpranması ve devrilmesi umudu taşıyan, bu nedenle üzerine körükle giden güçlerin varlığı inkar edilemez.
Bir başka katman AK Parti'nin kamu alanı politikalarına, bu politikaları yürütürken tutturduğu tarz ve dile tepki içinde, polis şiddetinden de etkilenerek aktif hale geçen kitlelerden oluşuyor.
En nihayet Gezi Parki'nın simgelediği bir katman var. Bu katman açık olarak olayların merkezini oluşturuyor, toplumsal bir patlamanın nedenlerini, gerekçelerini barındırıyor.

Nasıl?
İki açıdan…
İlki siyasi iktidarın Taksim ve Gezi Parkına yönelik planlarının özellikle genç ve kentli bir çevre tarafından tepkiyle karşılanması, bu kesimin kendi yaşam alanı olarak gördüğü bu merkezi aktif olarak korumaya ve düzenlemeye kalkmasıyla ilgilidir.
Burada şüphe yok ki, önemli olan Taksim projesinin teknik özellikleri ya da meşruiyeti değildir. Önemli olan siyasi iktidarın uzun süredir dile getirilen bu talepleri dikkate almaması, hatta küçümsemesi ve dayatmayı akla getirecek bir dil tutturmasıdır.

İkincisi dolaylı bir noktadır. AK Parti'nin muhafazakar bir siyasi parti olarak olarak yaptığı kamu alanı düzenlemeleri ya da kamu alanının denetime ilişkin kimi girişimleri (bunlar arasında Ankara metrosunda "edep" anonsu, içki düzenlemesi simgesel olarak önde gitmektedir) ataerkil bir dil üzerinden yapması bir vesileyle, bir toplumsal patlamaya açmıştır.
Bir adım daha ileri gidelim…

AK Parti'nin yazının girişinde sıraladığımız değiştirici ve reformcu politikaları Türkiye'de açık bir toplum üretmiş, bugün kimi politikaları tepkiyle karşılayan kesim bu açık toplumun bir ürünü, bu politikaların bir çocuğu olarak doğmuştur.

Bugün sorun odur ki, bu çocuk babanın dilini sevmemekte, hatta baba merkezli bir anlayıştan hoşlanmamaktadır.
Bu durumda yaşadığımız krize şu tanıyı koymak yanlış olmaz:

Siyasi iktidar-toplum ya da devlet-toplum ilişkilerinde bir iletişim bozukluğu bulunmaktadır.
Bu bozukluk en önemli nedenlerinden birisi, siyasi iktidarın mevcut ataerkil dilini ve tarzını da besleyen eksik kurumlaşma ve aşırı merkezi bir düzendir.
İnsanların çevre hassasiyetinin yükseldiği, çevre ve kamu alanı tanımları ve tanzimleriyle ilgili katılma taleplerinin iyice arttığı bir dönemde, (bunlara bir de bu alanı daraltan bir politik eğilim eklerseniz) eski tarz merkezi karar alma yapıları ciddi krizler üretmekte ve üreteceğe benzemektedir.

Şöyle de denebilir:
AK Parti'nin değişimci birinci dönemi önemli ölçüde bitmekte, şimdi toplum katılımcı yeni bir dönemi talep etmektedir.
Son günlerde sık vurguladığım gibi Türkiye çoğunlukçu bir yapıdan, çoğulcu bir yapıya geçmek zorundadır ve bunun krizini yaşamaktadır.
Önümüzde bir fırsat ve bir araç var.
Bu yeni ve sivil anayasadan oluşuyor.

Bu anayasanın adem-i merkeziyetçi bir anlayışı, karar süreçlerine toplumu katacak, bunu dinamik ve daimi kılacak bir dokuyu eklemesi Türk toplumun talep ve hak ettiği bir durumdur.
Ülkenin önündeki ilk demokrasi devrimi askeri vesayet düzenin yıkılmasıydı.
İkinci devrim katılımcı bir yapının tesisi olacaktır.
Umalım…



SON DAKİKA