İnsan kaç kere tekrarlarsa tekrarlasın kifayetsiz geliyor: Yağmur İstanbul'a çok yakışıyor.
Emirgan sahilinde sarı yağmurluklu balıkçılar suskun, denize dalmışlar. Termosta çaylar ve mütevazı insanların gözlerine has o mahur düşünce.
Sarıyer'de banklar su içinde Adalet Ağaoğlu romanı. Bebek, gösterişin kenarında Edip Cansever'ini yitirince anlamsız.
Sahil kafelerinde bıdı bıdı bir sıkıntı. Ortaköy Camiinde sağanak bir naat söylüyor. Turgut Uyar'la oturup çay içmek şimdi ham hayal.
Çengelköy trafik sıkışıklığıdır. Üsküdar, Allah aşığı hippileriyle gece muhabbetinde.
Teori dersen zehir gibi, pratik dersen sallanmakta.
Beykoz'da bacakları şiş bir adam kundura fabrikasını arıyor. Fabrika mı kaldı demiyor, yüzü bulutlu bir gazete bayi adresi tarif ediyor.
Beyoğlu eski düşlerinin peşinde ama ne o kontesler kaldı, ne de Hüsn ü Aşk! Mevlevihane epeydir turistlik bir ilgiye düğmesini ilikliyor.
Nişantaşı derseniz, mesafeli bir afitap. Etiler-Ulus, bilgimiz yok. Sütlüce, uykuluk ızgara...
Eyüp Sultan'da AK Şemseddin'in asasını arıyorum, kayıp. İki rekât. Selam verilmeli şehrin manevi sultanına.
Merkez Efendi çoktan tarihten silinmiş bahçeli evlerin arasında dolaşıyor. Zeytinburnu dev binalarıyla başka bir zuhurat. Felsefe hastası işportacılar torun gezdiriyorlardır belki. Topkapı da Yedikule, dolaştığım sokaklar.
Bir kız hatırlıyorum, adı Hasret. Fındıkzade, öğrenciliğimin şizofrenisi. 'Yağmur Apartmanlarından' bir orman. Ormanda bir gezginin içinde Halveti Tekkesi kıpırdıyor. Sümbül Efendi mi desem, ne desem? Birden çatık kaşlarıyla Ebussuud Efendi! Aman, bismillah.
Haseki'de bir sardunyadan kel kafama tek damla su. Aksaray'da doğduğum mahalle yok. Modernleşme sanki bir vantilatör, hatıralarımızı paralamakta. Kumkapı'da göçmenlerin, kulağı kesiklerin oksijenini yitirmiş havası suratımda.
Beyazıt'ta Asaf Halet Çelebi'yim. O bermuda pantolon, benim yakamda hüsnüzan. Yenikapı ergenliğimin öfkeli devrimi kadar tenha.
Anneannem Abdulkadir Geylani pir kadar suskun, aklım ermez diye bütün sırları söylemiyor. Onun tombul ellerini arıyorum, boşuna!
Çemberlitaş'ta, Çorlulu Ali Paşa Medresesi'nde oturup duruyorum. Arkadaki mescit ile birlikte tadilattayım. Hiçbir şey eskisi gibi değil. O konuşkanlar bürokrat, serdengeçtiler kızakta.
Bir çimento kokusu yayılıyor. Gökdelenler, taş meydanlar ve beton, hepsi takaza bana! Sultanahmet'te temiz pak bir Beatnik'im, paçalarım İspanyol. İstanbul Ansiklopedisi açılıyor önüme, ağaçlar su içinde yeşil. Reşat Ekrem Koçu köfte ekmek ısmarlıyor sonra.
Yağmur, hep söylüyorum yaratıcı bir nevroz. Göğsümde kumrular, Gülhane Parkı'nda bir ceviz ağacıyım. Sarayburnu'ndaki kış yüzücüleriyle Sezai Karakoç gibi zinde. Yeni hatırlanmış bir Ahmet Hamdi Tanpınar sevinci uhdemde.
Eminönü'nde Ahmet Rasim, Neyzen Tevfik, Mısır Çarşısı'nda lafa tutuyor beni. Ahmet Haşim geçiyor önümden filesiyle. Kaçırıyorum onların yüzünden. Oturuyorum kaldırım kahvesine. Madam Anahit ile sakızlı kahve içiyorum.
Yaşlı bir kadın, bildim bileli asker oğlu için çorap satıyor. Mide ameliyatı geçirince kaşık kadar kalan garson kulağıma eğiliyor, "Abi bunun oğlu 20 yıldır askerde, genelkurmay başkanı olmuştur değil mi garanti!"
Espriye çorapçı Anahit Hanım gülüyor. Ben gülüyorum.
Hayat kendi yolunda akıyor...
Yandaki aktarda imzalı romanlarım. Zencefil ile keten tohumunun üst rafında duruyor. Bir eleştirmene göndermiştim, geri geldi, ben de orda bıraktım. Yerini buldular diye düşünüyorum.
Sonra yanık bir ezan. Yağmur duruyor, Galata Köprüsü kızıl. Uzun saçlı gençliğim orda Ahmet Kaya dinleyip efkarlanıyor.
Mendil uzatıyorum o gence bir başka yazıda. Efkâr fikirlerin sağanağı. Üstüme yağıyor.
Akşamları serin, kapüşonu kafama geçiriyorum.
Hayatı tanımlamak nafile gayret. Seyretmek mühim meşgale. 'İdrak' demek diye düşünüyorum, aczini idrak!
Bir güneş ufukta, kalbime doğru batıyor.
Yağmur diyorum, bu şehre çok yakışıyor...