Her organın işlevi vardır. Göz görmeye, kulak duymaya, burun koklamaya yarar. İnsan beyninin bilinç içeren bölümü neye yarar?
Anlamaya. Çevrede olanları algılayıp kavramaya.
Kolay değildir. Görmeyen göz, duymayan kulak az bulunur da, konu beyin olunca tersi doğru: İşlevini hakkıyla yerine getiren beyin nadirdir.
Bir fark daha var. İyi görmeyen, iyi duymayan insan o eksiğini bilir. Kafası sorunlu çalışan kişi ise aksaklığın farkında olmaz çoğu kez. Zihinden işe yarar verim sağlanması için pürüzlerin fark edilmesi de yetmez; davranışların ona göre ayarlanması gerekir. Yoksa tökezler insan.
Ülkemizdeki yeni Amerikan elçisine bakın. Çok zeki, çok eğitimli, çok başarılı bir diplomat. Ama görevinin ilk günlerinde Türkiye'nin iç durumu üstüne kendi ilgi ve yetki çerçevesini aşan sözler söyleyerek profesyonel gaf yaptı. Sonra da "Yabancıyım," dedi; "burada olanları anlamıyorum."
İnsanın önce anlaması, sonra konuşması gerekir. Tersini yapmak sıralama yanlışı oluşturur, çamlar devrilir.
Amerikan sözcüleri ister istemez temsilcilerini destekleyerek "Arkasındayız" dediler. Bu da asıl önemli soruyu bir kere daha gündeme getirdi:
Amerika dünyayı anlıyor mu?
***
Yakın geçmişe bakınca evet demek zor. O ülkenin başkanları yetersiz istihbarat, ters değerlendirme ve akılsızca planlama yüzünden yanlış üstüne yanlış yaptılar.
Vietnam'a egemen olmaya kalktılar, Tahran baskınıyla rehine kurtarmayı denediler, CIA gazına gelip Küba'nın Domuzlar Körfezi'ne çıktılar, imparatorluk pekiştireceğiz diye Irak ve Afganistan'a saldırdılar. Bütün serüvenler değişik biçimde geri tepti.
Şimdi Kuzey Afrika, Ortadoğu, Orta Asya kaynıyor fokur fokur. Yer yer ısı 100 dereceyi de aştı; kazanlar patlıyor. Tabloyu anlamakta, yani yeterli gerçekçilikle değerlendirmekte mi Amerikalı
"uzmanlar"? Buna evet demek de kolay değil.
Patlamaları iki temel nedene bağlıyor çoğu:
1. İşsizlik, yoksulluk, pahalılık gibi ekonomik sorunlar.
2. İktidar amaçlayan
"aşırı dinci" akımlar. Bizdeki demode deyimle irtica.
Oysa meydanları dolduran isyancılar aç olduklarını söylemiyorlar. Çoğu yer gibi oralarda da geçim derdi var elbette, ama vurgulanan ağırlıklı dilek özgürlük.
Dine gelince... Mısır'da Müslümanlarla Hıristiyanlar kol kola direndiler zorbalığa. Bahreyn'de Sünnilerle Şiiler yan yana göğüs gerdiler mermilere. Demek öncelikli sorun din davası değil.
***
Peki, biz doğru anlıyor muyuz söz konusu bölgelerde olup bitenleri? Ve daha önemlisi, kendi ülkemizdeki durumu?
Halkların en büyük isteğinin özgürlük olduğu söyleniyor. Onu isterler tabii. Ama yetmez.
Bugün yurdumuzda -tersi ne kadar söylenirse söylensin- büyük ölçüde özgürlük var (baştakilere çüş, höst, hoşt diyebilme hoyratlığı dâhil). Yetmiyor. Özgürlüğü de kapsayan daha geniş bir talep gündemde.
Onu anlayıp adını koyalım:
Saygı.
Evet, Türk halkı aşağılanmamak, aptal diye horlanmamak, dağda çobanlık yaparken de sesini duyurup hakkını savunabilmek istiyor. Aynı, başkaldıran Arap göstericiler gibi.
Çok ilerici yorumcularımızın onlara alkış tutmalarına gülüyorum. Kore yolunda Süveyş kanalından geçerken görmüştüm: Arap
"ayak takımından" kimileri göbek kaşımaktan çok daha magandaca şeyler yapıyorlardı Amerikan gemisini yuhalarken. Ama bilinçlenip hep birden ayağa kalkınca
"halk gücü" adlı bir tsunami oluşturuyorlar.
O gücü artık anlayıp onurlandırmak şart. Bizde bunu yapamayanlar üç ay üç hafta sonra büyük hüsrana uğrayacaklar.