Bugüne kadar 12 Eylül darbesinin cezaevlerinde yaptığı insanlık dışı uygulamalara, yaşanan acılara ilişkin onlarca yazı okudum. Okurken sarsıldım, öfkelendim, kızdım... Hatta sokaklara çıkıp insanların oralarda neler yaşandığını bilmesi için bağırmak gerektiğini düşündüm. Bir gün mutlaka yüzleşmemiz, insanlığa karşı suç işleyenlerle hesaplaşmamız gerektiğini düşündüm.
Ama ilk kez Diyarbakır Cezaevi'yle ilgili bir kitabı okurken için için ağladığımı fark ettim. Elimde değildi, Orhan Miroğlu'nun babası ve annesine yazdığı o sade ve düz cümleler beni farklı bir yere götürdü.
"Tutuklu mektubudur görülmüştür" mührü o satırların arasına sızan hasreti, insanca yaşama arzusunu yok edemiyordu. 6 yıl boyunca yazılan o mektuplar, aslında "çürümeye ve 'hiç' olmaya karşı direnişin bir biçimiydi."
1983 yılındaki ilk mektubunda Orhan Miroğlu babasına şöyle sesleniyor:
"Paraya ihtiyacım yok olursa söylerim. Havalar ısındı biliyorsunuz. Bana spor yapmak için bir eşofman ve bir ayakkabı lazım. Eşofman kışlık olmasını, naylon da olmasın, yazlık ve şöyle kaliteli bir şey olsun..."
Mektuplar hayata tutunmanın bir yolu Miroğlu için. Her satırında yaşama gücü ve umudu var. 1987 tarihli bir mektubunda eski günleri hatırlatarak şöyle diyor:
"Gardiyan gökyüzüne baktığımı gördü. Çıplak ayaklarımın üstüne bastı. Parmaklarımın koptuğunu hissettim. Suçum büyüktü gerçekten; Gökyüzüne bakmak. Şimdi böyle bir yasak kalmadı bu cezaevinde, gökyüzüne bakmak artık serbest."
Ve son satırları...
"Benim artık mektup yazmam yasak. Çok mektup yazdım size. Onları yazdım ve tutsaklıktan kurtardım bir şekilde."
Orhan Miroğlu'nun Ölümden Kalıma, Diyarbakır Cezaevi'nden Mektuplar kitabı 12 Eylül'le neden hesaplaşmamız gerektiğini ince bir dille anlatıyor bize...