Yunanistan'ın içinde bulunduğu durum, pek çok açıdan "zaman tünelindeki Türkiye" görüntüsü veriyor.
Geride bıraktığımız ve adına "kayıp yıllar" dediğim bu dönemde olup bitenler, şimdi komşumuzda yaşanıyor.
Dışa açık büyümeye uyum sürecinde, diğer pek çok parametrenin yanı sıra en temel tutumumuz, üretimsizlikti. Her kesim, külfeti bir ötekine devretme imkânına sahipti ve IMF'nin reçeteleri, günün sonunda çaresizlere çıkarılıyordu.
Çiftçi, taban fiyatını, desteğini alıyor, köylü, millete efendilik (!) yapıyordu.
Sendikalar zaten "koyun pazarlığı" kolaycılığıyla, toplu sözleşme masasına tek madde ile oturuyordu; "zam oranı."
Sanayici, yüksek faiz belası kıskacındaki ekonomide üretimden vazgeçiyor ve toplam kârının neredeyse % 80'ini "faaliyet dışından" yani repo'dan kazanıyordu.
IMF'den gelene el koyup onu yine geldiği kaynağa; Batı'ya postalayan ekonomi bürokrasisi, arpalık haline getirdiği KİT'leri, sağa sola dağıttığı kayırmacı teşvikleri ve kendi koltuğunu garantileme gayretiyle uğraşıyordu.
Devlet malı deniz, yemeyen domuz şiarındaki gri adamlar, tepe yönetimin "aile fotoğrafı" içinde yer almak adına birbirini omuzluyor, "bu devlete vergi verecek kadar enayi değilim" diyen işadamını, kamu bankalarından sorumlu devlet bakanı yapıyorduk.
Ve bu saadet (!) zinciri, bir yerde koptu. Zira "deniz bitti" ve artık bir başkasına devredemeyecek külfetler, tepemize yıkılıverdi. 2001 krizinde bir gecede % 40 fakirleştik, 6 sıfırlı parası, hiper faiz ve hiper enflasyonu ile âlemin maskarası bir ekonomi halini aldık.
O dönemde ödediğimiz bedeller hepimizin aklında. Şükür ki çok dersler çıkardık. En azından kendi şirketimizi soymayı, kendi bankamızın içini boşaltmayı, devleti dolandırmayı, ortağımıza kazık atmayı bıraktık.
Ancak bize önerilen "kurtarma planları" belki unutulmuştur diye hatırlatmaya ihtiyaç duyacak cinsten... Zira Yunanistan'da Başbakan Yorgo Papandreu'nun Brüksel yardım masasındaki isyanı, bizlere de çok şey hatırlatıyor; "daha ne istiyorsunuz, Mora'yı mı satayım?"
IMF denen ve insansız ekonomi isteyen insafsız yapı, bize vereceği cansuyu krediler karşılığında daha azını istemiyordu.
Borçlanma faizinde Libor'un üzerine kriz artıları ekliyor, küresel tefecilik şaheserleri (!) yaratıyorlardı. Kurulan baskı; yerli işbirlikçilerinin de yardımıyla genelde; Libor+Kıbrıs ve Libor+Ege, hatta Libor+Güneydoğu oluyordu.
Çaresizdik zira üretmiyorduk, hazırla geçiniyorduk.
Çiftçi; oy silahıyla taban fiyattan,
İşçi grev tehditli zamla fahiş ücretten,
Memur; "Çankaya şişmanı" protestolu yürüyüşüyle katsayıdan,
Sanayici; artan maliyeti anında fiyatına yansıtarak etiketten,
Bürokrat; bu hengamede kayırdığı, kolladığından,
Rantiye; kafasına göre zamladığı kiradan,
Siyasetçi de "aile tablosu"ndan kazanıyordu.
Daha doğrusu kazandığımızı sanıyorduk.
Şimdi Papandreu'nun "kararlıyız ve artık üreteceğiz" haykırışlarını çok iyi anlıyorum. Çünkü "Batı uygarlığını ben kurdum" şiarıyla yıllarca AB'den gelen fonlarla afyonlanmış sosyal yapı, üretmeyi unuttu. İsrafı "normal" saydı ve "verimi" dışladı. Komşusunda yangın varken hiçbir ulus, huzurlu uyuyamaz. Papandreu'nun bu haykırışı boşuna değil. Zira üretimsizliğin duvara tosladığının sesinden başka bir şey değil.
Şimdi bizdeki kriz ve zam lobisinin söylemlerini bir kez daha hatırlayın ve verim ekonomisine yapılan vurgunun, israf ekonomisine çekilen dikkatin gerekçelerini düşünün...
Kârsızlık, arsızlıktır!.. Eğer kârın üretim üzerinden değilse, bugün Mora'yı yarın da ülkeyi sattırırlar adama...