Başörtüsü konusunda daha çok tartışılacak. Sanılmasın ki, üniversitelerde serbest bırakılması halinde başörtüsü, bu tartışma sona erecek. (Bu arada belirteyim: "serbest" başı bağlı demektir; başörtüsünü özgür bırakmayı "başı bağlı" terimiyle karşılamak başlı başına bir tarihsel gösterge değil midir?) Hayır, bu çekişme devam edecektir. Ben de bu yazıda bu olgunun üstünde durmak istiyorum.
Önce şunu belirteyim ki, YÖK'ün getirdiği "çözüm" olabileceklerin en kötüsü, en eksiği, en yanlışıdır. Ama o dahi çok önemli bir sonuca işaret etmektedir. Bugünün Türkiye'sinde toplum, eski tabirle "maşeri vicdan" başörtüsünün daha fazla yasak olmasını, insanların bu nedenden ötürü öğrenim hakkından mahrum kalmasını kabul etmiyor. Üniversite düzeyinde bu düşünülecek bir şey değil. Ama ortada bir fiili, hukuksal durum var. Dolayısıyla şimdi yaptığımız şey Anayasa Mahkemesi'nin aldığı bir karar var ve onun getirdiği sonuçların nasıl ortadan kaldırılacağı üstünde düşünmektir.
Dikkat çekici olanı tam da o: Türkiye bugün seçilmişler ve parlamento yani siyasetle hukuk arasındaki bir gerilime şahit oluyor. Benzeri durumlarla daha önce karşılaşılmadı değil. Ama bu defa çok farklı bir gerçeklik duruyor karşımızda. Belki nadir örneklerden biri oluşacak ve siyaset bürokrasiye galebe çalacak, öylelikle gerçek anlamına kavuşacaktır. Bu bana biraz Amerika'daki sivil hakların kazanılması dönemindeki bazı çıkışları anımsatıyor.
Öldüğünde Amerikan hükümetinin gazetelere anısına ilan verdiği ve kendisine çok dikkatli bir dille toplumun saygısını sunduğu Rosa Parks, Alabama, Montgomery'de bir sivil başkaldırı gerçekleştirmişti. O tarihte zenciler otobüslerin arkasında oturabiliyordu. Bu bir... İkincisi bir beyaz ayaktaysa bir zencinin oturması yasaktı. Kalkıp yerini beyaza vermek zorundaydı. 1 Aralık 1955'te sonradan çok kullanılan bir resmin gösterdiği gibi Parks gitti hem otobüsün önüne oturdu hem de kalkıp bir beyaza yer vermedi. O yıllarda zaten siyah halkın temel haklarını alması için bir dizi hareket devam ediyordu. Parks'ın direnişi onları hızlandırdı. Kimse bu saçma kurala daha fazla direnmedi. (Direnenler hâlâ direniyor, o başka bir mesele.)
Buradaki kavramlarla bizdeki tartışmanın öznelerini özdeşleştirmiş olmayayım. Ne yanlış bir şey söylemek isterim ne de yanlış anlaşılmak. Ama şurası bir gerçek ki, toplumun vicdanında belli bir doyum noktasına erişen bir konu karşısında hukuk yetersiz kalıyor. Toplum, siyasetten hukukun dar kalıbı içine sıkışmasını değil, onu değiştirmesini, açılmasını istiyor. Bugün böyle bir evredeyiz. Bir kere bunu bir kenara kaydedelim.
Öte yandan, başörtüsünün serbest bırakılması bir yandan siyasetin hukuk üstündeki gücünün/iradesinin tecelli etmesiyse, öte yandan bunun bizim siyasal sistemimiz ve onun kurucu unsurları bakımından ifade ettiği başka bir anlam daha var.
Böylelikle Türkiye, belki biraz fazla kuvvetli bir kavram veya söyleyiştir ama, devlet sonrası döneme geçiyor.
1989 sonrası dünyada devlet sonrası (post-state) döneme özellikle Doğu Bloku'nda tanık oldu. Türkiye o zaman da çok kullanılan bir metaforla son Sovyetik ülke olarak kaldı. Bazı yönleriyle. Ama o da değişiyor şimdi. Epeydir değişiyor. Bu dönem toplumun, toplumsal bilincin biçimlendirdiği yeni taleplerin siyaset eliyle hukuka taşınma dönemidir. Daha önceki dönemde ise üst irade anayasa teorisinin en önemli kavramı olan kurucu iradenin üstünde hâkimiyet sağlamıştı ve hukuk onun talebi doğrultusunda biçimlendiriliyordu. Devletin biçimlendirdiği ve sınırladığı bir dönemden toplumun belirlediği bir devlete doğru bir dönüşüm yaşanıyor. Kolay değil zor, basit değil karmaşık, serinkanlı değil heyecanlı bir dönem olacaktır.
Oluyor da.