Acımasızlık bazı mesleklerin doğasında, özünde, yapısında vardır ve basın onlardan birisidir. En sonunda zekânın, kültürün, birikimin bir uzantısı olan yazı bütün bunların ötesinde bir de doğrudan doğruya egoyla ilişkili olduğundan, egosu yetersiz birisinin her gün okurun karşısına çıkıp hesap ve sınav vermesi düşünülemeyeceğinden yazarların, tıpkı diğer sanatçılar gibi, harflerin örüntüsünü bir de egoların sergilenmesine dönüştürmesi kaçınılmazdır. Gelsin o zaman kavgalar, hırçın polemikler, acımasız kalem savaşları.
Bu işler böyle olmasına böyledir de tarih ve sosyoloji bu meyanda başka bir şeyi daha gösterir. En sert, kırıcı, kahredici tartışmalar, zıtlaşmalar tarihsel dönüşümün hızlandığı, toplumsal sıçramaların güçlendiği dönemlerde yaşanır. Çünkü hızlı bir toplumsal değişimi algılamak zor, alışılmış kuralların dışına çıkıp yaşamak çetin, olanı biteni kavramak güçtür.
Ben bunlara "yarılma anları" diyorum. Acılı, öfkeli, gergin dönemler. Politik basıncın her şeyin üstünde ezici ağırlığını duyurduğu, yıldırıcı zamanlar. Hele eğer bazı politikacılar naturaları gereği zıtlaşmacı, uzlaşmasızsa ortam büsbütün ağırlaşır, politikanın uzantısı olan basında gökler çatırdar.
Türkiye böyle bir dönemden geçiyor. Son otuz yıl, yirmi yıl, on yıl deyin, neresinden tutarsanız tutun, Türkiye oyunu kuranların bile beklemediği bir hızla dönüşüp başka bir kalıba dökülüyor. Bu Türkiye'de değerler sistemi çatlıyor. Alışkanlıklar, esas/lı kabuller çözülüyor. Toplumsal ilişki ağı, şebekeler yeniden biçimleniyor. Gelenek hem eskiden olmayan bir ağırlık kazanıyor hem geleneksel olan her şey ortadan kalkıyor.
Ne var ki, sosyolojinin çok sevdiği bir deyimle söylersem, bu toplumsal yeni düzen bir "anomi"ye yani düzensizliğer tekabül etmiyor. Henüz etmiyor. Anlamlandırılmayı, kavranmayı, algılanmayı bekliyor sadece.
Öte yanda, bu sürecin kurucuları toplumun Cumhuriyet tarihi boyunca yok saydığı, reddettiği, inkâr ettiği bir kesimden çıktı, geldi. Onların içinde birikmiş hırs, acelecilik, isyan vardı. Onların karşısında da tek kelimeyle ifade edeyim: iktidar, yerleşik, kurumsal iktidar. Top, tüfek, tank ve uçakla da simgelenebilecek bir iktidar. Gene de demokrasi, halk ve seçim üçlüsü ayakta ve işler durumda olduğu için ve daha başka bin türlü nedenle Türkiye bu dönemi sanılandan çok daha kolay bir biçimde atlatıyor.
Ama böyle bir dönemin başka tehlikeleri de var. Bizim ülke demokrasiyi sever, içine sindirmiştir ama daha derine inen, daha ayrıntıya yönelik demokratik bir kültüre yeterince sahip değildir. Yıkıcı, kahredici bir linç kültürüyle biçimlenmiştir. Yakın dönemin tarihi demokrasinin olduğu kadar yıpratıcı bu gerilimlerin de tarihidir.
O linç kültürü şimdi bin türlü yoldan gene topluma zerk ediliyor. Zaten öfkesi burnunda yazarlar falan var. Bir de televizyonların tahriki girdi işin içine. Kavga, dövüş üstüne kurulu, "reyting" meraklısı programların altında yanan ateşe, gazeteciler kendilerini öbek öbek odunlar haline getirip atıyor. Her gece kim bilir kaç kurban ve cellat var ortada ve ne yazık ki soğukkanlı, analitik bir değerlendirme, sağduyuya dayanan bir çözümleme bu programlarda görülmüyor. İş orada da kalmıyor, herkes karşısındakini ebediyete kadar yok etmek istiyor. Hiçbir meziyeti, fazileti yokmuşçasına.
Görüşüne katılmayız, kullandığı sözcükleri yanlış buluruz ama Fazıl Say'ın, Sezen Aksu'nun sanatçılığının bile yok sayılması bir örnek değil mi? Hayatı boyunca Say'ı kullandığı bir yanlış kelimeyle mi yargılayacağız ve o sert kelimenin altında kalarak asıl söylemek istediklerine hiç mi kulak vermeyeceğiz? Üstelik onun da "her zaman erdemli olamıyoruz" diyerek yanlışını kabul ettiği bir ortamda.
Zaman yıpratıcı ve ezicidir. Ebedi doğrular aramak zamanın ölçeğinden bakınca dünyanın en gülünç şeylerinden birisidir. Hele bir de teknolojiyle beslenmiş bir hız döneminde bu büsbütün abestir. Ama şunu da söyleyeyim ki, böyle bir yargı her şeyi affedelim ve her şeyi görmezden gelelim anlamına gelmediği gibi ucuz, basit, çıkarcı hesapları aklayalım demek de değildir.
Akıl ve izan yolunda yürünmesini istemektir. Sadece.