Anayasa Uzlaşma Komisyonu'nda "vatandaşlık tanımı" maddesinin başlığı üzerine anlaşmaya varılamaması, gündemimizden hiç çıkmayan kimlik sorununun yeniden mercek altına alınması neticesini doğurdu. Komisyonda temsil edilen partiler dört farklı yaklaşımı ortaya koydular. Bunlar sırasıyla "1982 Anayasası'nda bulunan Türk vatandaşı tanımının muhafazası," "Türk vatandaşlığının, Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşlığı olarak yorumlanması," "Türkiye vatandaşlığı ifadesine yer verilmesi" ve "vatandaşlık tanımlanırken herhangi bir kavramsallaştırmanın kullanılmamasıdır."
Bu tartışmanın da ortaya koyduğu gibi Türkiye, "ortak tasavvur" geliştirme konusunda oldukça başarısız bir toplumdur. Bunun yokluğu nedeniyle toplumsal sözleşme ve kimlikler de "gönüllü" olarak ve çoğulcu yollarla üretilememektedir.
"Bizi farklılıklarımıza karşın beraber kılan unsurlar nelerdir?" "Nasıl bir toplumsal sözleşme çerçevesinde beraberliğimizi yürüteceğiz?" benzeri sorulara cevap veremeyen, bu alanda yaygın paylaşıma sahip olacak tasavvur üretemeyen bir toplum geleceği için ciddî kaygılar duymak zorundadır.
Bu alanda varolanın sürdürülmesini savunmak ve kelime oyunlarıyla bir neticeye ulaşmak mümkün değildir. Buna ilâveten anayasa metnini sosyoloji kitabına dönüştürmeyerek "kimin kimliğinin ne olduğunun ve bunun nedenlerinin" izahına girişilmemesi fazlasıyla anlamlıysa da bunun sorunu çözemeyeceği unutulmamalıdır. Yapılması gereken bu alanda yürüttüğümüz siyasetlerin yarattığı sorunları ve çatışmayı görerek ve bunlardan dersler çıkararak, gerçek anlamda çoğulcu kimlik ve sözleşmelerin üretilmesidir.
Köylülerden Türklere
İktidarlarını Üçüncü Cumhuriyet'in Doğu'daki izdüşümü olarak gören Erken Cumhuriyet liderleri, pek çok konuda olduğu gibi kimlik, millet ve tasavvur yaratma alanında da Fransa'yı örnek almışlardır. Bu liderlerin gözünde gerçekleştirilmesi gereken dönüşüm, Eugen Weber'in 1870-1914 dönemini ele alan Köylülerden Fransızlara (1976) çalışmasında dile getirdiğine benziyordu. Teknolojik modernizasyon, siyasî kimlik aşılanması, idarî düzenlemeler benzeri araçlar ve basın, ordu, yargı gibi kurumlar aracılığıyla etnik ve yerel aidiyetler, sadakatler, gelenekler, yerlerini tekil bir siyasî aidiyet ve sadakate (cumhuriyet) bırakacak, merkezî kültür kayıtsız şartsız egemen olacak, farklı lisan ve lehçeler terkedilecek, köylüler Türkleştirilecekti.
Söz konusu örneği inşa etmeye çalıştıkları millete uygulamak isteyen Erken Cumhuriyet liderlerinin temel sorunu, bunu oldukça geç bir tarihte ve neredeyse sıfırdan gerçekleştirmek zorunda olmalarıydı. İttihad ve Terakki'nin başlattığı girişimler fazla ilerletilememiş olmanın yanısıra imparatorluk bağlamında ve onun sorunlarına çözüm getirmek amacıyla üretilmenin de dezavatajını taşıyorlardı.
Balzac'ın Les Paysans romanında 1840'ta Bourgogne bölgesini ziyaret eden bir Parisli'ye "vahşileri görmek için Amerika'ya gitmenin gerekli olmadığını" söyletmesiyle, Yaban'daki Ahmet Celâl karakterinin Anadolu köylüleri hakkında dile getirdiği düşünceler birbirinden pek de farklı değildir. Gerek Fransız Üçüncü Cumhuriyet, gerekse de Türk Erken Cumhuriyet liderleri bu toplulukların dönüştürülmesinin, onlara farklı aidiyetler kazandırılmasının, onların "çağdışı" geleneklerinin ortadan kaldırılmasının gerekli olduğunda hemfikirdiler. Ama Taine'in de dile getirdiği gibi Fransa'nın temel yapısal karakteri 1808'de belirlenmiş durumdaydı. Bu Türkiye'de yüz yılı aşkın bir süre sonra, imparatorluk mirâsı üzerine ve asırlar boyunca kökleşmiş aidiyetlere karşı gerçekleştirilmeye çalışılacaktı.
Dönüşümün zorlukları
Burada zaman farkından daha önemli olanın bu mirâs ve aidiyetler olduğunun altı çizilmelidir. Asırlar boyunca dokunulmayan bu kemikleşmiş aidiyetler, Tanzimat sonrasındaki gayretlere karşın etkinliklerini muhafaza etmişlerdi. Zaten çok uluslu ve dinli bir yaşamın kurumsallaşmakla kalmayıp örgütlendiği bir yapıda bunları Fransa'daki folklorik seviyeye indirgemek mümkün değildi. Dolayısıyla Erken Cumhuriyet, Breton, Bask ve Korsikalıları Fransızlaştırma işlemini ufak tefek pürüzlere karşın nihayete erdiren Üçüncü Cumhuriyet'e kıyasla çok daha zor bir işi üstlenmişti.
Bu söz konusu projenin bütünüyle başarısız olması neticesini doğurmamıştır. 1922'de mevcut olan pek çok aidiyet, sadakat biçimi ve kimlik günümüzde ortadan kalkmış ya da folklorik seviyeye indirgenmiştir. Buna karşılık, bu proje toplumun bir bölümüne nüfûz edememiş, şiddetli dirençle karşılanmış ve çatışmaya neden olmuştur. Bu nedenle onun sürdürülmesinde ısrar edilmesi çatışmanın devamıyla eşanlamlıdır.
Buna karşılık sorunun ona atıfta bulunulmayarak halının altına süpürülmesi de mümkün değildir. Demokratik bir toplumsal sözleşmenin çoğulcu yollarla üretilen bir ortak kimlik olmadan hayata geçirilebilmesi mümkün değildir. Mesele bunun herkese açık olduğu kadar kapsayıcı olması ve farklı toplumsal gruplarda aidiyet duygusu yaratabilmesidir. Burada Tanzimattan beri düşülen hatanın, herkese açık kimlikle yetinmenin tekrarlanmaması gereklidir. 1839 sonrasının "Osmanlı" ve Cumhuriyet'in "Türk" kimliklerinin onları kabul edenleri içine alması yeterli olmamıştır.
İçi nasıl doldurulacak?
Sorunun çözüm yolu tekelci biçimde üretilen, diğer tüm aidiyetleri silme amaçlı ama herkese açık bir kimliğin zorla benimsettirilmesi değildir. Yapılması gereken çoğulcu biçimde üretilen, diğer kimlikleri ortadan kaldırmayan, tam tersine onları içine alabilen bir kavramsallaşmanın yaratılmasıdır. Bunun için ise bir üst kimliğin mutlaka diğerlerini ortadan kaldırması, her türlü farklı aidiyeti yok etmesinin gerekli olduğu fikrinin bir kenara bırakılması gerekmektedir.
Bundan daha da önemlisi şüphesiz bu kimliğin içinin dolduruluş biçimidir. Bu kavramın içi ilkokul andından lise tarih kitabına, sembollerden anma günlerine, yaratılan parlak geçmişten lisan ve edebiyata uzanan bir alanda tekelci ve dışlayıcı biçimde doldurulursa, bu kavrama ne ad verdiğimiz ya da onu nasıl ürettiğimiz tamamen anlamsız hale gelir.
Yeni bir toplumsal sözleşme yaratılması, yeni kimlik ve aidiyetlerin çoğulcu yollarla üretilmesi ve bunların içlerinin benzer yöntemlerle doldurulması ise ancak bir "ortak tasavvur"un varlığıyla mümkün olabilir. Bunu demokratik yollarla üretemeyen bir Türkiye "ya sev ya terket" ile "bu bizim etnik grubumuzun yüzyılı olacak" söylemlerinin arasına sıkışır ki, bu da maalesef çatışma dışında meyve vermez.