Nefret suçları, İslâmofobi ve ifade özgürlüğü arasındaki ilişkileri ele alan yazım üzerine çok sayıda okuyucudan konunun değişik cephelerine ilişkin mesajlar aldım. Bu mesajların çoğunda "dinlere ve inananların kutsal değerlerine hakaretin cezalandırılması"nın gerekli olduğu, bu tür eylemlerin ifade özgürlüğü çerçevesinde savunulamayacağı vurgulanıyor. İlginçtir ki, geçen hafta Suudi Arabistan Kralı tarafından Müslüman liderlere yapılan "semavî dinleri hedef alan söylemlerin cezalandırılması amacıyla bir uluslararası ölçü" yaratılması çağrısı da benzer bir yaklaşımı dile getirmektedir.
Bu konuda gösterilen hassasiyetin samimî olduğu, son dönemlerde kamuoyunda tartışılan örneklerin, bilhassa düzeysizliğini dile getirecek ifadeler bulmanın pek de kolay olmadığı "Müslümanların Masumiyeti" filminin, çok sayıda bireyin duygularını rencide ettiği doğrudur. Ancak bu tür söylemler nedeniyle "kutsal"ı koruma amaçlı yasakçılık ve tecziye uygulamalarının benimsenmesi hem ifade özgürlüğü alanında ciddî sorunlar yaratacak ve hem de söz konusu örneği üreten çevrelerin değirmenine su taşımış olacaktır. Bu belirtilirken bilhassa Batı toplumlarında yaygınlaşan Müslüman bireylere yönelik nefret suçlarının önlenmesinin bir gereklilik olduğunun vurgulanması zorunludur. "
Kutsallık" ve korunması
Gerek toplumumuzdaki, gerekse de uluslararası alandaki tartışmanın temelinde "kutsallık"ın tanımlanması yatmaktadır. Dünyada tek "kutsallık" olsaydı ve bu herkes tarafından kabullenilseydi, doğal olarak, sorunun halli de fazlasıyla kolaylaşırdı. Benzer şekilde din karşıtlarının sıklıkla ileri sürdüğü gibi "kutsal biçimler" kültürel olarak inşa edilseydi, "kutsallığın olmadığı" toplumlar yaratarak "çatışmadan uzak" bir toplumsal hayata ulaşmak mümkün olabilirdi.
Ancak farklı kutsallıkların varlığı ve bu kutsallıkların kendilerini tanımlama biçimleri çatışmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Buna ek olarak, Durkheim'ın da belirttiği gibi "kutsal, toplum tarafından üretilmediği," tam tersine, "bizzat toplum fikrini kutsal yarattığı" için din karşıtlarının hayâl ettikleri "kutsalı olmayan bu nedenle de çatışma yaşamayan" cemiyet de gerçek dünyada var olamaz.
Kısaca "kutsal"sız bir sosyal örgütlenme ve "kutsal" ile "toplum"un birbirinden ayrılması mümkün değildir. Bu tespit yapıldıktan sonra, "kutsal"ın mutlaka "din" olmadığının da vurgulanması gerekir. Örneğin, Fransız İhtilâli sonrasında "vatandaşlık dini" oluşturulmasına yönelik çabalar ile iki savaş arası dönemde Avrupa'da ortaya çıkan totaliter rejimler, seküler kutsallık biçimleri yaratan, toplumu bunlar üzerinden tanımlayan yapılanmalardı. Dolayısıyla "kutsallık"ın korunması, sadece belirli dinlerle sınırlanması mümkün olmayan bir eylem biçimi olup, kolaylıkla baskıcı toplumsal düzen yapılanmalarına yol açabilmektedir.
Kutsallık korunması tecrübemiz
Toplumumuzda kutsallık korunması tartışılırken bu genellikle "din" çerçevesinde gerçekleştirilmektedir. Bu yaklaşım "fazahât-ı lisaniye" suçunu cezalandıran Osmanlı toplum düzenindeki korumayı açıklama alanında anlamlıdır. Ancak Türk otoriterliği iki savaş arası dönemde Avrupa'daki örneklere benzer bir seküler kutsallık biçimi üretmiş ve toplumu bunun üzerinden tanımlamıştır. Toplumu bu şekilde tanımlayan resmî ideoloji de seküler bir "fazahât-ı lisaniye" kavramsallaştırması yaratarak ve bunu İstiklâl Mahkemeleri benzeri araçlarla cezalandırarak baskıcı bir toplumsal yapılanma oluşturmakta sakınca görmemiştir.
Uygulanan en son örneği Türklüğü ve Cumhuriyeti "aşağılayan"ları cezalandırma amacıyla kullanılan Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesi olan bu korumacılık, belirli dönemlerde ciddî bir yasakçılık ve ifade özgürlüğü sınırlaması yaratmıştır. Dolayısıyla toplumumuz farklı kutsallıkları koruma alanında uzun ve kesintisiz bir tarihe sahiptir ve bu nedenle de söz konusu yaklaşım âdeta doğal görülmektedir.
Kutsallık korunması ve ifade özgürlüğü
Kutsallık korunması savunulurken göz önüne alınması gereken iki önemli husus vardır. Bunlardan birincisi bir "kutsallık"a yönelik söylemin nerede "değerleri hedef alma" boyutuna ulaştığının bizzat o "kutsallık" tarafından belirlenmesidir. Bu pek çok toplumda "egemen kutsallık" olmaktadır. Meselâ Yunanistan'da bunu Ortodoks Kilisesi tayin etmektedir. Türk seküler kutsallığına yönelik eleştirilerin ne zaman "hakaret" boyutuna ulaştığına da uzun yıllar vesayet rejimi görevlileri karar vermişlerdir.
İkinci olarak kutsallıkların korunmasının en etkili yolu tüm ya da birbirine yakın kutsallıkları koruma altına alma değildir. Bu gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir özlemdir. Kutsallıklar birbiriyle çatışmasa dünyada tek bir "kutsallık" olurdu. Unutulmamalıdır ki, kutsallıkların kendilerini tanımlama biçimi dahi diğerleri tarafından "değerleri hedef alan söylem" olarak algılanabilir. Dolayısıyla sadece egemen kutsallığı değil "tüm ya da birbirine yakın kutsallıkları koruyarak değerleri koruma altına alma" mümkün değildir.
Örneğin, ortodoks Yahudiliğin Hıristiyanlık yorumu, pek çok Hıristiyan kilisesinin İslâmiyet hakkındaki değerlendirmesi, İslâm ulemâsının semavî dinler dışındaki inançlara yaklaşımı karşı taraftakiler tarafından "değerleri hedef alan söylem" kapsamında değerlendirilebilir. Bu alanda verilebilecek en ilginç misâl ve kutsalı "kutsal tanımama" olan ateizm, varlığıyla diğer kutsalların değerlerini hedef almaktadır. Demokratik bir toplumun amacı ise farklı kutsallara sahip bireyleri bir arada yaşatmak, diğerlerinin katılmadıkları tezleri özgürce savunabilmelerinin zeminini hazırlamaktır.
Aşırı örneklerden sakınmak
Kutsallık koruması savunulurken göz önüne alınan aşırı örnekler, genellikle bu tür sınırlamaların ifade özgürlüğünü engelleyebileceği gerçeğini unutmamıza yol açmaktadır. Kutsallık "karşıtı" söylemler her zaman "Müslümanların Masumiyeti" filmi pespâyeliğinde, ya da Atatürk büstlerine çekiçlerle saldırılması düzeyinde olmamaktadır. Nitekim Batı toplumları içinde kutsallık korumasının en geniş anlamda ve en kuvvetli biçimde gerçekleştirildiği Yunanistan'da Ortodoks Hıristiyan inancı dışındaki görüşler kolaylıkla "kutsallık karşıtı" olarak yaftalanmaktadır. Pakistan'daki uygulama ise fiilen bazı mezheplerin yasaklanması sonucunu doğurmaktadır.
Kendi toplumumuzdan örneklere bakacak olursak, yakın geçmişte tarih hakkında farklı yaklaşım sergilemek "Türklük" kutsallığına hakaret kapsamına sokulabildiği gibi, liberal bir bilim insanının Erken Cumhuriyet ekonomisi hakkındaki yorumu bir diğer kutsallığın değerlerine hakaret olarak yorumlanabilmiştir.
Bu örneklerin de ortaya koyduğu gibi rencide edici aşırılıkları önleme yolundaki iyi niyetli çabalar kolaylıkla ifade özgürlüğü sınırlarını egemen kutsallığın görüşleri çerçevesinde daraltmaya dönüşebilir. Zaten bu aşırılıkların hedefi de bundan başka bir şey değildir.