Türkiye son yıllarda basit bir iktidar mücadelesinin üzerinde bir çatışmaya sahne olmaktadır. Bu ise uzun bir geçmişe dayanan bir "seçkinlik" statüsü ve ondan kaynaklanan iktidarın sona erişidir.
Bürokratik seçkinlik...
Toplumumuzun geçmişinde seçkin (elit) statüsü zannedildiğinden fazla önem taşımıştır. Avrupa'daki uygulamaya benzer ırsî aristokrasisi olmamasına karşın kendisine değişik ayrıcalıklar tanınan bir askerî sınıfa (günümüzdeki mânâsıyla askerî değil, bürokratlar, yeniçeriler ve adalet sistemini de idare eden ulemâdan oluşan yönetici sınıf anlamında) sahip bir geleneğin mirasçısı olan toplumumuzda bunun doğal olduğunu söyleyebilmek mümkündür. Bu gelenekte Avrupa aristokrasisinin tersine seçkin sınıfına geçişin kolay, toplumsal hareketliliğin yüksek olması seçkin statüsünün önemini ve seçkinlerin gücünü azaltmıyordu.
Burada önemli olan seçkinliğin, peygamber neslinden geldiklerini kanıtlayan ufak bir azınlık dışında, "bilgi"ye dayanması ve ideolojiyi içselleştirmiş bir "hizmet"ten türemesiydi. Bilgi, hizmet makamına gelinmesini sağlıyor, ideolojiye uygun biçimde sunulan hizmet ise seçkinlik statüsü bahşediyordu.
Dolayısıyla "bilgi" gerekli ama yeterli değildi. Seçkinliği ve ayrıcalıkları ancak ideolojiyle uyumlu olarak hizmete sunulduğunda sağlıyordu. Bu uygulamada devlet Avrupa aristokrasilerinde olduğu gibi "seçkinliği" belirlemekle kalmıyor, seçkinlik devredilemediğinden, onu dilediği biçimde yeniden üretiyordu.
Seçkinlik beraberinde ekonomik gücü de getiriyor; ama ekonomik güç kendi başına seçkin statüsü kazandırmıyordu.
Zaten servet de ancak devletin izniyle kazanılabiliyordu.
Bunun yanı sıra seçkinlik merkezî karakter taşırken yerelliği reddediyordu. Bu çevredeki bireylerin seçkin statüsü kazanamaması anlamına gelmiyordu. Ancak bunu gerçekleştirebilmek için yerelliği bir kenara bırakmak gerekiyordu.
Cumhuriyet "askerî" sınıfı
Bu açıdan bakıldığında Cumhuriyet'in toplumsal hareketliliği çok daha güçlü bir yapı ortaya çıkartmış olduğu, alt sınıf mensuplarının önünü açtığı tezi gerçekçi değildir. Cumhuriyet döneminde, babası milletvekili olan Bülent Ecevit ile beraber çok daha düşük toplumsal statüye sahip bir ailenin çocuğu olan Süleyman Demirel başbakan olabildiği gibi, Osmanlı Devleti'nde de Keçecizâde Mehmed Fu'ad Paşa gibi ilmiye ricâlinden bir babanın oğlunun yanı sıra Mehmed Rüşdi Paşa benzeri bir kayıkçı çocuğu da makâm-ı sadâret-i uzmâya oturabiliyordu. Osmanlı geleneğinin mirasçısı Türk ulus-devletinde de seçkin yaratılmasında aynı uygulama geçerliydi. Bilgi, ideolojiye uygun olarak sunulduğunda, hizmet makamına gelişi ve seçkinliği sağlıyor, beraberinde de ekonomik gücü getiriyordu. Bilginin bu işlevi görebilmesi için ise ideolojiye uygun olması ve hizmete sunulması gerekiyordu.
Osmanlı uygulamasıyla karşılaştırıldığında "bilgi"nin ve ideolojinin farklılaşması dışında değişen bir şey yoktu.
Cumhuriyetin "gayr-ı resmî askerî sınıfı" da bürokratlar, askerler ve yargı bürokrasisi ile üniversite kadrolarından oluşuyordu.
Bu sınıf da değişik ayrıcalıklardan yararlanıyor ve seçkinlik tekelini elinde tutuyordu. Bu sınıf Osmanlı'da olduğu gibi devlet tarafından istenildiği biçimde yeniden üretiliyordu.
Bu doğal olarak kapalı, katı merkeziyetçi bir bürokratik yapılanmada işleyebilecek bir sistemdi. Tıpkı çevrenin güçlenmesi, âyânların ortaya çıkışı ve meşrutî idareye geçiş sonrasında sarsılan Osmanlı seçkinlik sistemi gibi, 1946 sonrasında "millet"i temsil iddiasıyla Ankara'ya gelen "Haso ve Memolar" da Cumhuriyet bürokratik seçkinliğini tehdit ediyorlardı.
Yerel ileri gelenler 1845'te eyâletlerin sorunlarının anlaşılması için İstanbul'a çağırıldıklarında, kendilerine sadece mahallî konu ve meseleleri tartışmaları, ülke idaresine ilişkin konulara karışmamaları ihtarı yapılmıştı. Kısa bir süre için 1877'de ve 1908 sonrasında pâyitahta gelen meb'uslar ise ülke yönetimi hakkında görüşler ileri sürmeye "cür'et" etmişlerdi. Buna karşılık sistem onları seçkin olarak görmemiş, bu ise 93 Harbi ile imparatorluğun en çalkantılı on yılının savaş, isyan ve darbeleri arasında unutulan ciddî bir çatışma yaratmıştı.
Bunu yakından izlemiş liderler tarafından tesis edilen Tek Parti idaresi ise soruna milletvekillerini atayarak, yâni bürokratlaştırarak ilginç bir çözüm bulmuştu. Pek çoğu temsil ettiği vilâyetleri ziyaret etme zahmetine bile katlanmayan bu vekiller, yerel talepleri dile getirmedikleri gibi devlet idaresine de karışmıyorlar; ama bürokrat olarak yeni "askerî" sınıfın üyeleri haline geliyorlardı.
Haso ve Memolardan, badem bıyıklılara
1946 sonrasında seçkinler nezdinde gerekli "bilgi"ye sahip olmayan "Haso ve Memo"ların hizmet sunmak değil, temsil ve yerel talepleri dile getirme amacıyla Ankara'ya gelmeye başlamaları "askerî sınıf" yapılanmasına ciddî bir tehdit oluşturdu. Bunlara ilâveten otarşiyi terkederek dünya ile eklemleşmek isteyen Türkiye'nin değişimi devletin ekonomik belirleyiciliğini zayıflattı.
Bunun neticesi Cumhuriyet "askerî sınıfı"nın seçkinlik tekelini yitirmesi oldu. "Haso ve Memolar" yerel talepleri dile getirmekle beraber "ideolojiyi" fazla sorgulamamışlar, "seçkin" sınıfla çatışmayı düşük yoğunlukta tutmaya gayret etmişlerdi.
Buna karşılık, "seçkinler" belirli kırmızı çizgiler çekmişler, onlar aşıldığında ise cezalandırmaya yönelmişlerdi.
Ancak tüm bu kırmızı çizgilere karşın "askerî sınıf," karşıdevrim olarak nitelendirdiği süreçte nizâm koyma tekelini yitirdi.
Bunun değişik nedenleri vardı. "Askerî sınıf"ın genişlemesi, eğitimin yaygınlaşması, "bilgiyi hizmete sunan" üyelerin ideolojiye tam bağlılığının sağlanmasını zorlaştırmıştı. "Askerî sınıf" lisanında söylenecek olursa "devlete sızılmıştı." Bu anlamda Haso ve Memoların başlattıkları süreç, badem bıyıklıların elinde "askerî sınıf" saflığının bozulmasıyla neticelenmişti.
Bunun yanı sıra istemeyerek de olsa kabullenen çoğulculuk yerelliğin gittikçe güçlenmesine yol açmıştı. "Askerî sınıf" söyleminde "siyaset taşralaşmıştı."
Tüm bunların ötesinde "askerî sınıf"ın seçkinlik statüsü kazandırmadığını düşündüğü ekonomik gücün nispî bağımsızlığına kavuşması bu tekel yitirimindeki motor gücü oluşturmuştu. Bu gücün "yerel"i, değişimin arkasında dururken, değişimi tiksintiyle izleyen "ulusal"ı "Beyaz Türk"lük olarak atıfta bulunulan, bürokrasiden bağımsız bir seçkinlik yaratmıştı. Bu, son tahlilde, devletin ayrıcalıklı seçkin sınıfı yaratmasını sonlandırdığı, farklı "seçkinlik"ler yaratarak çoğulculuk sağladığı için fazla üzülünecek bir gelişme değildir. Yeni bir ideolojinin "askerî sınıf"ını yaratmaya çalışmak ise herhalde yapılabilecek en büyük hatadır.