Geçen hafta gerçekleştirilen 19 Mayıs kutlamaları toplumumuzda ulusal anma günlerinin "birleştirici" değil "ayırıcı" rol oynadığını ortaya koydu. Söz konusu kutlamalar "İki Türkiye" arasındaki gerginliğin hangi aşamaya ulaştığının anlaşılması alanında da ilginç ipuçları sundular.
Buna ilâveten sorunun bir teknik tarih tartışmasının oldukça ötesinde olduğunun da vurgulanması gerekir. Mesele Millî Mücadele'nin başlangıcı olarak hangi tarihin kabul edilerek anılacağı değildir. Bu tartışabilecek ve üzerinde farklı önerilerde bulunabilecek bir konudur. Örneğin 1924'te "Mücahede- i Milliye'ye İştirâk eden ve Etmeyen Memurîn Hakkında Kanun" teklifi yapılırken hükûmet "harekât-ı milliye"nin başlangıcı olarak 23 Nisan 1920 tarihini benimsemiş, encümen ise bu tarih için İzmir'in işgali olan 15 Mayıs 1919'un daha uygun olacağını savunmuştu. Ancak mesele böylesi bir teknik tartışmaya indirgenemez.
Sorun farklı sadakatleri, üst kimlik öncelikleri, tarihleri, yaşam tarzı tercihleri, modernlik tanımları, kahramanları, altın çağları ve kutsalları olan "İki Türkiye"nin "anma günleri" alanında da birbiriyle çatışan tercihleri olmasıdır.
Yurttaşlık dini olarak milliyetçilik
Durkheim ve Randolf Bourne'nin çalışmalarında ayrıntılı biçimde ortaya konulduğu gibi milliyetçilik kuruluş mitleri, efsâneleri, kahramanları, kutlama ve değişik âyinleri ile laik bir yurttaşlık (civic) dini olma karakterini taşır. Bu konudaki tezleri Ziya Gökalp aracılığıyla son dönem Osmanlı entelektüelleri ve Cumhuriyet kurucu kadrosu üzerinde derin tesirler yaratan Durkheim, yurttaşlık dinlerinin, dinlerin hızla gerilediği asır sonu dünyasında daha da yükselecekleri ve kendi kahramanlarını, efsânelerini, kutsallarını ve âyinlerini yaratacakları tezini ileri sürüyordu ki, gelişmeler onu haksız çıkartmadı. Günümüzde Avrupa ülkelerinde mevcut 42 "ulusal anma günü"nün 12'si 1870 öncesinde, 5'i 1870-1914 arasında, geri kalan 25'i Harb-i Umumî sonrasında ihdâs edilmiştir.
Ulus-devlet kurulması sürecinde Türkiye'de de "milliyetçilik"in yurttaşlık dini haline getirilmesinin anlamlı görüldüğü şüphesizdir. En veciz ifadesini Samsun milletvekili Ruşenî Barkın'ın cumhurbaşkanına sunduğu Din Yok Milliyet Var: Benim Dinim, Benim Türklüğümdür çalışmasının başlığında bulan bu yurttaşlık dini "kutsal" alana egemen olma konusunda güçlü bir isteği ortaya koymuştur. Renan'dan günümüz ölçülerinde intihâl sayılabilecek alıntılarla oluşturularak, Âfet [İnan]'ın imzasıyla yayınlanan Vatandaş İçin Medenî Bilgiler çalışması da gerçekte dinin yerini "milliyetçi" bir kutsalın alması gerekliliğini savunan, bu yeni "din"in ilmihâlini vatandaşlara sunan bir metindir.
Devlet hâmiliğindeki "vatandaşlık dini" tıpkı örnek alınan Fransa'da olduğu gibi yeni bir kutsal yaratmış ve buna sadakat talep etmiştir. Barkın'ın zikrettiğimiz çalışması, 1793'te "Vatan (La Patrie)" adında yeni bir laik din oluşturulmasını talep eden Marie-Joseph Chenier'nin tezini tekrar ediyordu. Erken Cumhuriyet milliyetçiliği de sadece "milliyetçi" olmanın ötesinde kutsal alan üzerinde tekel kurmaya çalışan bir söylem geliştirmişti. Bu söylem, dönemin siyasî nutukları, meydan yazıları ve okul köşelerinde dile getirildiği şekliyle, Fransa'da 1792 tarihli Meclis kararı uyarınca her komünde inşa edilen sunaklar üzerine yazılan "Vatandaş Vatan için doğar, yaşar ve ölür" ifadesindeki ana fikri tekrar ediyordu. Bu kutsallık iddiasının Türk laikliğinin din ile fazlasıyla sorunlu ilişkisinde de etkili olduğu şüphesizdir.
Vatandaşlık dini ve anma günleri
Erken Cumhuriyet milliyetçiliğinin "kutsal" üzerindeki iddiası onun Durkheim'ın ileri sürdüğü biçimde bir mitoloji, menâkıb, kahraman(lar), fedakârlıklar ve âyinler yaratmasına neden olmuştu. Bilimciliğin de etkisiyle bunların elden geldiğince sekülerleştirilmesine gayret edilmişti. Meselâ İstiklâl Harbi sırasında kullanılan İslâmî söylem neredeyse bütünüyle bir kenara bırakılmış, kutlama ve anma törenleri seküler gösteriler şeklini almış ve lider kültüyle desteklenmişti. Rejimin "din"in bireysel olarak yaşanması, toplumsal boyuta taşınmaması konusunda gösterdiği ısrarcılık da toplumsal alanı milliyetçilik temelli vatandaşlık dininin tekeline sunma isteğinden kaynaklanıyordu.
Bu açıdan bakıldığında, 1927 sonrasında o döneme kadar 1919- 1922 dönemi için eşanlamlı olarak kullanılan "Mücahede-i Milliye" ve "Mücadele-i Milliye" ifadelerinden "cihad" ile aynı kökten (câhada) türeyen bir isim-fiil olan "mücahede"nin bir kenara atılması, Sosyal Darwinist vurgusu kuvvetli "mücadele"nin tercihi tesadüfî değildir. Seküler bir "mücadele"ye dönüştürülen 1919-1922 döneminin önemli tarihleri etrafında oluşturulan törenlerin de taraftarları ve karşıtlarının büyük çoğunluğu tarafından "vatandaşlık dini"nin âyinleri olarak algılandıkları şüphesizdir.
Pek az ülke dinî ve milliyetçi kutsallıkları kaynaştırabilmekte ve bu tür mitolojiler, kahramanlıklar ve "anma günleri" yaratabilmektedir. Ortodoksluğun kimliğin oluşturulmasında önemli rol oynadığı, ulusal günü olan Metropolit Germanos'un isyancı Rumların bayrağını Agia Lavra Manastırı'nda kutsadığı tarih (25 Mart 1821), Hz. İsa'nın dünyaya geleceğinin Cebrail tarafından Hz. Meryem'e tebşîr edildiği Tebliğ Günü'ne "tesadüf" eden Yunanistan iki "kutsal"ın kaynaştırılmasının belki de fazla ideal bir örneğidir. Bunun laik rejimler için çok da cazip olmadığı açıktır. Ancak demokratik toplumlarda milliyetçiliklerin yarattığı vatandaşlık dinleri ile diğer kutsallık biçimleri arasında kutsal alanın paylaşımı arasında bir denge yaratıldığı, mevcut çatışmaların marjinalize edildiği unutulmamalıdır.
Sorun nedir?
Türkiye'nin temel sorunu her alanda farklı tercihleri olan, ortak paydaları her geçen gün zayıflayan "İki Türkiye"nin "Türkiye" haline getirilebilmesidir. "İki Türkiye"ye otokrasi ve vesayet makyajı altında uzunca bir süre "Türkiye" görüntüsü verdirilmiş olması her zaman mevcut olan bir toplumsal bölünme sorunumuz bulunduğunu göz ardı etmemize neden olmamalıdır.
Ulusal bayramların kutlanma biçimleri, "İki Türkiye" arasında süregelen ve devâsâ bir aysberge benzetilebilecek çatışmanın suyun üstünde kalan ucudur. Bu ise kutlama şekillerinin değişimi, törenlerin değişik vatandaş toplulukları tarafından sahiplenmesiyle çözülemez. Türkiye'nin önünde duran mesele bir "dinler çatışması"na evrilme eğilimi gösteren bölünmenin önlenmesidir. Bunun en kolay çözümünün kendi kutsalını diğerine zorla kabul ettirerek kutsallık tekeli yaratmak olduğunu varsaymak ise ciddî bir yanılgıdır.