Türkiye otoriterliğin fazlasıyla içselleştirildiği, kurumsallaştığı, hukukî alt yapıya kavuşturulduğu ve bu nedenle de fazla sorgulanmadığı bir toplumdur. Bu yapı içinde "otoriterlik" kişiselleştirilmekte, belirli kurumlara atfedilmekte, muhafazakârlıkla özdeşleştirilmekte ancak toplumsal bir sorun olarak ele alınmamaktadır.
Toplumsal hafızanın hatırlayabildiği en eski dönemlerden beri "otoriter" biçimde yönetilen bir toplumda bunun doğal olduğu ileri sürülebilinir. Ancak burada sorulması gereken soru neden böylesi bir idare biçiminin toplumumuzda kurumsallaşmış olduğu, ona itaat edildiği ve ona tepki olarak ortaya çıkan hareketlerin de tedricen benzer karakter kazandığıdır.
Diğer bir ifade ile neden sadece Tek Parti ve askerî darbe yönetimleri değil, "hürriyeti ilân" etmekle övünen İttihad ve Terakki ya da Tek Parti siyasetlerine karşı "Yeter" şiârıyla ortaya çıkan Demokrat Parti'nin de tedricen otoriterliğe kaydıkları, günümüzde milliyetçi sağdan komünistlere varan bir yelpazede üretilen söylemlerin niçin "otoriter" karakter taşıdığının sorgulanması gerekmektedir.
Enver Paşa ve Tek Parti CHP'sinin otoriter olduğunu, Türk muhafazakârlığının otoriter eğilimler taşıdığını söylemek yanlış değildir. Ancak bu tür kişiselleştirme ve otoriterliği belirli kurumlar ve eğilimlerle özdeşleştirme sorunun boyutunu ve derinliğini kavramamıza engel olabilir.
Otoriterlik "sağ"a mı özgü?
Otoriterliğin doğal görülmesi nedeniyle Türkiye'de ciddî otoriterlik araştırmaları yapılmamıştır. Buna karşılık otoriterlik ve otoriter yönetimlere yönelik kitlesel itaatin nedenleri, bilhassa böylesi rejimlerin yaygınlaştığı 1930'lardan itibaren başta sosyal psikoloji olmak üzere değişik bilim dallarının temel araştırma konularından birisi olmuştur. Fromm, Horkheimer, Reich gibi düşünürlerin öncü çalışmalarından sonra, Berkeley grubu olarak tanınan, Theodor Adorno'nun başını çektiği akademisyenler F-ölçeği (F kısaltması Faşizm anlamında kullanılmaktadır) adını verdikleri bir test ile otoriterliği tespit ve otoriter kişiliği anlamaya çalışmışlardır.
1947'de yaratılan F-ölçeği testi temel olarak Avrupa'da Faşist rejimlerin nasıl yükseldiği, bu rejimlere neden kitlesel itaat davranışı gösterildiği ve Holocaust'ın nasıl gerçekleşebildiğini açıklama amacıyla üretilmiş olduğu için otoriterliği "aşırı sağ" siyaset ile milliyetçilik ve ırkçılık benzeri eğilimlerle özdeşleştirme eğilimi taşıyordu.
Bu vurgu Berkeley grubunun 1950'de yayınladığı The Authoritarian Personality (Otoriter Şahsiyet) çalışmasında da ortaya konuluyordu. Bu diyalektik materyalist temelli, Freudo-Marksist yaklaşım daha sonra otoriterlik tahlili alanında bir kenara bırakıldı. Ancak bunun yerini alan en önemli tahlil aracı olan Robert Altemeyer'in Sağ Otoriterlik ölçüm testi (1981) de, adından da anlaşılacağı gibi, otoriterliği "sağ" ile ilintilendiriyordu.
Altemeyer'in testindeki "Ülkemiz bizi çökertmekte olan yeni radikal yaklaşımları ve günahkârlığı ortadan kaldırma alanında gerekeni yapacak güçlü bir lidere fazlasıyla ihtiyaç duymaktadır;" "Homoseksüel erkekler ve lezbiyen kadınlar herkes kadar ahlâklı ve sağlıklıdır;" "Ülkemizin gerçekten gerek duyduğu, kötülüğü önleyecek ve bizleri yeniden doğru yola sokacak güçlü ve kararlı bir liderdir;" "Ülkemizde bugün kendi Allahsız amaçları için memleketimizi çökertmek isteyen ve otoritelerin faaliyetlerini engellenmesi gereken çok sayıda ahlâksız insan vardır;" "Çıplaklar kampları hiçbir açıdan yanlış bulunamaz" benzeri sorular da otoriter davranışı muhafazakârlık ve dindarlık ile özdeşleştirme eğilimi taşıyordu.
Yaklaşımına yöneltilen eleştiriler Altemeyer'in 1996'da bir Sol Otoriterlik testi hazırlamasına neden oldu. Ancak kullanılan iki bin denekten hiçbirisinin testte yüksek puan almaması, "otoriterlik- muhafazakârlık" ilişkisinin yeniden vurgulanması ve hattâ bizatihi bunlardan birincisinin ikincinin bir türevi olduğu tezinin savunulmasında kullanıldı. Buna karşılık daha sonra yapılan pek çok toplumsal psikoloji araştırması, bu tespitin bilhassa merkezden uzaklaşan "sol" görüş sahipleri için doğru olmadığını ortaya koyarak söz konusu özdeşleştirmeyi sorguladılar.
Türk otoriterliği muhafazakârlık mı?
Dolayısıyla yerleşik Türk otoriterliği ve bu karakterdeki Türk siyasetini muhafazakârlıkla özdeşleştirmek fazla anlamlı değildir. Türkiye'de gerçek anlamıyla "sol"un neredeyse yok mesabesinde bulunması ve "sol" olarak kavramsallaştırılan eğilimlerin gerçekte "anti-emperyalist söylem kullanan seküler milliyetçilik" karakteri taşıması bu tür bir karşılaştırma yapmamızı zorlaştırmaktadır.
Buna karşılık tarihimiz bize genel olarak "otoriter" eğilimler ve özel olarak da siyasî otoriterliğin dindarlıktan kaynaklanan muhafazakârlıkla sınırlı olmadığını göstermektedir. Başka bir ifade ile mesele otoriterliğin Freudçu analizle bir t oplumsal davranış biçiminde kavramsallaşmasının ötesinde bir derinliğe sahiptir. Toplumumuzdaki otoriterlik, bastırılmış önyargıların ortaya çıkarak zayıf ve müdafaa gücünden yoksun topluluklara yönelik saldırganlıklara dönüşmesinin ötesinde, egemen bir dünya görüşü, kültür ve yaşam biçimi olma özelliği taşımaktadır.
Ancak buradan hareketle Oryantalist "Doğu despotluğu" ya da "Müslüman bir toplumda sadece otoriter siyasetler üretilebileceği" benzeri klişeleri tekrar etmemiz bizi anlamlı neticelere ulaştıramaz. En uç şekliyle otoriterliği Avrupa toplumları ürettiği gibi, Latin Amerika'da yaygın biçimde görülen siyasî otoriterliği "İber mirâsı" ya da "Katolikliğin etkisi"ne indirgeyen analizler ciddî açıklamalar getirmenin oldukça uzağında kalmışlardır.
Gerçekte sorun toplumsal kültürün otoriterliği siyasî eğilimlerden bağımsız olarak üretmesi ve eğitimin bunu toplumsallaştırma araçlarıyla yeni nesillere aktararak ona doğallık kazandırmasıdır. Bunun neticesinde ise otoriterliği tabiî gören siyaset anlayışı egemenliğini değişen iktidar ve rejim şekillerine karşın sürdürmekte, otoriterliğe son verme teziyle ortaya çıkan hareketler de süreç içinde o karaktere bürünmektedir.
Ne yapalım?
Bunu anladığımızda otoriterliği kişiselleştirme ya da belirli kurum ve eğilimlerle özdeşleştirme yerine bir toplumsal sorun olarak ele alabilmemiz mümkün olacaktır. Seçimler ve lider değişiklikleriyle büyük değişimler yaşanabileceği düşüncesinin yaygın kabul gördüğü, nefret suçlarının fütursuzca işlendiği bir toplumda bunun fazlasıyla zor olacağı açıktır. Ancak onsuz yaşadığımız bir dönemi hatırlayamadığımız otoriterlikten kurtulabilmenin ilk adımı onun doğal ve kader olmadığını kabul etmektir.