27 Mayıs Darbesi genellikle Cumhuriyet Türkiyesi'ndeki askerî müdahalelerin birincisi ve ordunun siyaset üzerinde kurduğu uzun süreli vesayetin başlangıç tarihi olarak kabul edilir. Bu darbenin kendisini "Millî Birlik Komitesi" olarak adlandıran bir cunta tarafından gerçekleştirilmiş olması, ilk bakışta, siyasete yönelik kurumsal bir ordu müdahalesi izlenimini verirse de bu fazlasıyla yanıltıcıdır.
Bu darbe, ortada bir örgütün bulunmaması dışında, 1908'de Terakki ve İttihad Cemiyeti tarafından icra edilen "İnkılâb-ı Âzîm"i andırır. İki eylem arasındaki benzerlikler "inkılâb," "hürriyet" ve "ittihad/ birlik" kavramlarına yapılan kuvvetli vurgularla sınırlı değildir. Bu eylemler ordunun üst kademesinin itirazına karşın orta rütbelerdeki subaylar tarafından emir-komuta zinciri kırılarak gerçekleştirilmişlerdir
Sultan "İnkılâb-ı Âzîm" sırasında devlet ricâlinin fikirlerine başvurduğunda, sadece Serasker Rıza Paşa "askerî ceza kanunu" uygulanarak harekete karışanların şiddetle cezalandırılmasını tavsiye etmişti. Durumu inceleyerek saraya tavsiyede bulunması için kurulan komisyondaki yüksek rütbeli subaylar da eylemi "harekâtı serkeşâne" olarak nitelendirmeyi uygun görmüşlerdi. 1960 darbesi sırasında ise Orgeneral Rüştü Erdelhun, Rıza Paşa'nın 1908'de aldığı tavra benzer bir tutumu benimsemişti.
1960'ta ordu üst kademesinin sivil iktidara bağlılığı, 1908 öncesinde Osmanlı askerî ricâlinin II. Abdülhamid'e yönelik sadakatiyle kıyaslanamazdı; ama hareketin başına geçirilecek dört yıldızlı bir general bulunmasında epeyce zorlanılmıştı. Bu açıdan bakıldığında her iki eylem de "zabitân, erkân ve ümeraya karşı" şeklinde tanımlanacak bir çatışmayı yansıtıyorlardı. Hem 1908 ve hem de 1960 sonrasında bu çatışma sürmüş, birincisinde "ihtilâlci zabitan" ikincisinde ise güçlükle de olsa "siyaseti kontrol taraftarı kumanda kademesi" başarılı olmuştu.
Örnek neydi?
Yapısal benzerliklere ve söylemlerinin birbirini andırmasına karşılık 1960 darbecileri "İnkılâb-ı Azîm" ve İttihad ve Terakki hakkında fazla bilgi sahibi değillerdi. 21 Mayıs 1963 darbe girişimi sonrasında idam edilen Fethi Gürcan'ın yeni Yakub Cemil olarak adlandırılması benzeri atıflara karşın, İttihadçılık, nesilden nesile aktarılan bâzı efsâneler dışında ordu içinde unutulmuş bir yapılanmaydı.
Buna mukabil yakın coğrafyada gelişen darbelerin cunta örgütlenmelerini gerçekleştiren subaylar arasında ciddî ilgi uyandırdığı kuşkusuzdur. Suriye Ba'asçılığı ve bilhassa yabancı güçlerle "işbirliği yapan" siyasetçiler ve onlara destek veren ordu üst kademelerine karşı "milletin menfaatini savunmak" teziyle ortaya çıkarak, 1952 darbesi sonrasında bunu milliyetçi bir ihtilâl ideolojisinine dönüştüren Mısır'daki Hareketü'l zubbatü'l ahrar (Hür Subaylar Hareketi), siyaset sınıfına benzer tepkiler duyan, çoğulculuğu "emperyalizmin oyunu" olarak gören genç subaylara ilginç bir örnek sunuyordu. Bu subayların gizli örgütlenmelere Demokrat Parti'nin otokratik uygulamalara yönelmesi öncesinde başlamaları da böylesi bir etkiyi teyit etmektedir.
Bu açıdan bakıldığında, 1960 darbesinin örneğinin, İttihad ve Terakki değil, başta Mısır olmak üzere Ortadoğu darbeleri olduğunu söyleyebilmek mümkündür.
Darbe ihtilâle dönüşemeyince
Ufukları son derece sınırlı, pek çoğu Hıristiyan sosyalist Rus entelektüel Grigorii Spiridonovich Petrov tarafından kaleme alınarak, 1930'da yapılan tercümesi Tek Parti rejimi tarafından değişik kurumlarda okutulan Beyaz Zambaklar Memleketinde dışında kitap görmemiş (eser Johan Vilhelm Snellman'ın görüşleri çerçevesinde Fin milliyetçiliğinin gelişimini anlatması ve eğitimin önemine yaptığı vurgular nedeniye tavsiye olunmuştu) bu subayların temel amacı Şevket Süreyya Aydemir'in dile getirdiği gibi "zirvede darbe ve tasfiye" idi. Darbe ihtilâle dönüştüğünde "toplum yararına, toplum için, ama halkın üstünde ve halka rağmen bir hareket olacaktı."
Darbeciler bir anlamda Mısır'daki gibi eski düzeni yıkıp yerine bir "ihtilâlci yapı" getirmek istiyorlar, fakat bunu kavramsallaştırmakta zorlanıyorlardı. Bernard Lewis, "Cemal Gürsel'i İkinci Cumhuriyet'in babası" olarak görüyordu; ama bu kavramsallaştırmanın içini doldurabilmek pek de kolay değildi. "İkinci Cumhuriyet" olarak adlandırdıkları bu yapı darbecilere göre "eskiyi tasfiye ederek, yepyeni bir devlet kurmak" sürecinden sonra ortaya çıkacaktı.
Bu alanda darbecilerin karşılaştığı temel sorun, 1908 sonrasında tedricen yeni düzeni kuran İttihad ve Terakki benzeri bir yapının varolmamasıydı. Süreç, değişim iradesini yönetecek bir yapı ya da Cemal Abdülnasır benzeri etrafında kült oluşturulabilecek bir liderlik olmadığında, darbeye meşruiyet sağlayan fetvayı ısdar eden öğretim üyelerine korporatist anayasa hazırlatılması benzeri, el yordamıyla gerçekleştirilen, düzenlemelerle yönetiliyordu. Bunun ise 1913 sonrasında Osmanlı ya da 1954 sonrasında Mısır'da şekillenene benzer bir ihtilâl yapılanması doğuramayacağı açıktı.
Bu süreçte kendilerini "İnkılâp Hükûmeti" olarak tanımlayan darbecilerin bir bölümünün de "yeni bir devlet kurma" ve "siyaseti tasfiye etme" tezlerinin Türkiye benzeri bir toplumda uygulanmasının zorluklarını anlayabildikleri şüphesizdir. Bunun da ordu içinde, Mahmud Şevket Paşa ile Enver Bey (Paşa) arasında yaşananı andıran bir "ihtilâlcilik-vesayet" ikilemi yarattığı açıktır.
İhtilâl yerine vesayet
27 Mayıs Darbesi'nin 14'ler örgütlenmesi, 21 Ekim protokolünü hazırlayan Silahlı Kuvvetler Birliği ve daha sonra 22 Şubat ve 21 Mayıs darbe girişimlerini yönetenlerin arzuladıkları türde bir ihtilâl yapılanmasına dönüşmemesi ve Türk Ba'asçılığının 9 Mart teşebbüsünün başarısızlıkla neticelenmesi, ibrenin bir kurum olarak ordunun siyaseti denetlediği, sınırlarını çizdiği vesayet sistemine kaymasına neden olmuştur.
Bu doğal olarak 1961 seçimleri sonrasında duruma fiilen müdahale ederek "iktidarı, milletin hakiki ve ehliyetli mümessillerine tevdi" etme kararı alan Silahlı Kuvvetler Birliği ya da "aldatılan halk kitlelerinin bilinçlenmesi fanatik engellerle önlendikçe, tutucu zihniyet sahiplerinin sandıktan çıkmaya devam edeceği" gerekçesiyle darbe yapmaya çalışan 21 Mayıs liderlerinin tercih ettiği bir gelişme değildi.
Onların başarısı Türkiye'yi şu andaki durumlarına oldukça yukarıdan baktığımız Ortadoğu toplumlarına benzetebilirdi. Bu çabaların sonuçsuz kalması sevindiricidir. Buna karşılık ordunun 27 Mayıs sonrasında ihtilâl ile vesayet dışında bir alternatif geliştirememiş olmasının yarattığı sorunlar ortadadır.