"Britanya halkı, sorumluluklarını ciddiye alan bir basını hak etmekte. Bu basın, elinde tuttuğu değerli özgürlüğün Tanrı'nın kendilerine verdiği (sorgulanamaz) bir hak değil, bir ayrıcalık olduğunu kabul edip, meslek standartlarını ona göre uygulamalıdır."
Bu sözler, on gün kadar önce, Britanya'nın 21 yıllık, güçlü medya özdenetim kuruluşu Basın Şikâyet Komisyonu'nun (PCC) kapatılacağını ve yerine "etkin işleyen" yenisinin kurulacağını duyuran, PCC Başkanı Lord Hunt'a ait.
Kararın ve açıklamanın sebebini bilmeyen kalmadı. New International'a ait News of the World (NoW) gazetesinin, ünlü veya ünsüz, insanların özel cep telefonlarını polislere rüşvet yedirerek "hacklediği" ortaya çıkınca, ve bunun sadece bir tabloid gazeteyle sınırlı olmadığı, basının önemli bir kesiminin bir yolsuzluk ve kanunsuzluk bataklığına sürüklendiği anlaşılınca, gözler PCC'ye çevrilmişti. Etik dışı, zarar verici haberlere dair şikayetleri inceleyip medyaya karşı yurttaş haklarını savunmakla yükümlü, görünüşte güçlü bu kuruluşun aslında kağıttan kaplan olduğu, meslek ahlakına ve kanuna aykırı uygulamaları engellemede tamamen yetersiz kaldığı da görülmüştü.
NoW skandalı, dünyanın en canlı, rekabeti en güçlü medyasını köklerinden sarsmış durumda. Gözaltına alınan, tutuklanan gazetecilere (şu anda sayıları 20 dolayında) her gün yenileri ekleniyor. Bir yanda polis ve savcılık soruşturması sürerken, hem medya hem de sivil toplum kuruluşları harıl harıl "bu ahlaksız basın nasıl kurtulur?" sorusuna cevap arıyor.
PCC'nin çökmesi boşuna değil. Çünkü mesele sadece gazetecilerin kanunsuz işler yapması (rüşvet, "hackleme" vs) değil. Rekabetin sersemletici ortamında, İngiliz gazeteciler, dünyanın bu en köklü demokrasisinde kendilerine tanınan özgürlükleri tamamen denetim dışı görmeye başlayalı çok olmuştu. Özgürlük, giderek sorumsuzlukla özdeşleşmişti. (Bizde de, gazeteciliğe ait özgürlüğü sınırsız, uçsuz bucaksız ve baştan aşağı "dokunulmaz" sayan cahil, kötü niyetli veya sinsiler çok). Böyle olduğu ölçüde, bu iki kavram arasındaki ince dengeyi ayarlayacak "ortak özdenetim" mekanizması da devre dışı kaldı.
Etik, doktorluk ve avukatlık kadar, gazetecilikte de hayati. Etikten uzaklaşan, onu hafife alan veya yok sayan bir medya kendi mezarını da kazmış oluyor. Bu yüzdendir ki, şimdi çok sayıda İngiliz meslektaş, sektörün "kendisine gelmesi" için kafa patlatıyor, öneriler hazırlıyor.
PCC, görünüşte iyi işler izlenimi veren bir modeldi. Sektörün hemen tümü, bu gönüllü özdenetim yapısına destek veriyor, yıllık aidatlarla onu destekliyordu. Kurumun yönetim kurulunu oluşturan 17 kişiden 10'u "avam"dan, 7'si ise, bu sisteme biat etme taahhüdü vermiş editörlerden oluşuyordu. Ancak, PCC'nin medyaya dair şikayetlerinin ancak yarısından biraz fazlası medyada düzeltme imkânı buluyor, gerisi umursanmıyordu. Daha kötüsü, ne serbestçe şikayetleri araştırma ne de yaptırım uygulama yetkisi vardı. Şikâyetler (NoW skandalının gösterdiği gibi) giderek vahamet kazandığı ölçüde, bu yapının ne kadar etkisiz olduğu da anlaşıldı; halkın zaten yarım yamalak olan güveni bir anda çöktü.
Şimdi medyanın kendisine sorduğu soru şu: Ne yapalım ki, skandal yüzünden özgürlüklerimizi yasa yoluyla kısmaya çalışan parlamentoya dur demek için kendimize çeki düzen verebilelim? PCC, sağlam bir meslek disiplini kurmak için yepyeni bir sistem öneriyor şimdi. Geçen hafta çıkan taslağa göre, yeni yapının iki yetkili ayağı olacak. Biri, şikâyetler ve (mağdurlarla medya arasında) arabulucukla uğraşacak, diğeri ise gerekli her durumda, hatalı bulunan medya kuruluşunun standartlara uymasını "güçlendirilmiş yetkilerle" sağlayacak. Bu yetkilerin, hatalı gazeteciye yüksek para cezaları ödetmeye kadar genişlemesi öngörülüyor.
Yürür mü? Öngörü için henüz erken. Daha tartışma bitmedi. Bir yanda, şüpheli pek çok gazeteci yargı önüne çıkarken, öbür yanda yargıç Lord Leveson'ın uzun soruşturma ardından yeni medya düzenine dair teşhis ve önerileri bir raporla sunması bekleniyor. Son şekil, sonbaharda verilecek.
Britanya'daki sürecin Türkiye'ye sunduğu dersler, en azından sorular var. Evet, bizde medya ve ifade özgürlüğünün sınırları dar, cezalar sorunlu, yargı özgürlük yönünde tercih pek koymuyor. Ama bunların yanında, akla gelen ilk örneklerle, Ahmet Kaya veya Akın Birdal gibi kişilerin başına gelenlerle simgeleşen kirli ve yasal açıdan da sorunlu bir medya pratiği de var. Medyada özgürlükler kadar sorumlulukların önemini iğneyi kendine batırarak konuşan pek yok. Kollektif özdenetim mekanizmalarının (örneğin hemen hiçbir temsil gücü kalmamış "Basın Konseyi") adı var, kendisi yok. Britanya'da NoW skandalı her mesleki refleksi harekete geçirirken, burada hiçbir hareket yok. Kendi mesleğinin sert "sapmalar" karşısında geleceğinin karartıldığından kaygı duymak (İngiltere) ile hiçbirşey olmamış ve herşey etiğe uygun gerçekleşmiş gibi aynı duyarsızlıkları sürdürmek (Türkiye) arasındaki fark, aslında bir uygarlık farkı. Geçmişin hata, kabahat ve günahlarını kabullenmek yerine, inkâr var, kutuplaşma ya da "bunu konuşmayalım, unutalım" ahlaksızlığı. Bunlar da bizim sektöre ilişkin umutsuzluğu beslemekten başka bir işe yaramıyor.