Tarihin çarkı bazen rulet masasına benzer. Bakarsınız ki bir anda tüm ulusal sorunlarınız uluslararası sorunlar haline dönüşür. Bunun sonucunda da politikacılık yerel bir uğraş olmaktan çıkıp, büyük sorumluluklarla yüklü zor bir meslek haline gelir.
Şu anda bu coğrafyada yaşayan bütün devletler gibi Türkiye de, dış konjonktürün çok yoğun biçimde etkilediği bir konumda. Kürt realitesi de, Kıbrıs meselesi de, enerji darboğazları da, ekonomi de, başörtüsü ve laikliğin yorumlanma biçimi de, sayısız benzer ulusal sorunlar yanında uluslararası birer sorundur.
Düşünün ki Çin rekabeti Türk tekstil sektörünü vuruyor, Brezilya borsasındaki dalgalanma İstanbul borsasını etkiliyor.
İçe kapanmanın mümkün olmadığı, iç sorunları dış konjonktürden bağımsız kılmanın imkansız hale geldiği bir dönem bu.
Bu yaşanan dönemin en büyük zorluğu, uluslararası ilişkilere uzun süre egemen olan hukukun da yok olmuş bulunmasıdır. Tek süper güç ABD, kendi iradesini, uluslararası hukukun yerine ikame etmiş durumda. ABD'nin nerede ve ne zaman hangi devlete karşı ne tür bir müeyyideyi hangi gerekçeyle uygulayacağını kimse kestiremiyor.
Özellikle Irak'ın işgali ve bunu izleyen problemli dönem, Ortadoğu'da yeni dengeler de oluşturdu. Şimdi İsrail'in yanında ABD'nin en güvenilir müttefiki Iraklı Kürtler. Mesela şimdiye kadar ABD'nin en fazla desteklediği rejim olan Suudiler, Vahabi-El Kaide bağlantıları yüzünden "Kuşkulular" listesinde.
Böyle dönemlerde akılcı olan politika, içerideki sorunlarınızı çözmeye çalışmak ve sorun stokunuzu azaltmaktır. Bu şekilde dış konjonktürün olumsuz etkilenmelerinden olabildiğince uzak kalırsınız. Bu arada da mümkün olduğunca uluslararası politikanın problemli ve çözümü ufukta pek görünmeyen konularından uzak durmaya, anlaşmazlıklarda aktif taraf olmamaya çalışırsınız.
Hepimizin genlerinde Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana oluşan bilgiler bulunduğu için, şimdiki gibi "Global geçiş dönemleri"ndeki her atılan adımı, bazen endişeyle izlemek ve kendimizce uyarılar seslendirmek durumundayız. Türkiye Cumhuriyeti, dış konjonktürü dikkatle izlediği ve bunun iç politikasına yansımaması için her türlü çabayı gösterdiğinden, sade Ortadoğu'da değil Avrupa'da bile sınırlar değişirken, bağımsızlığını ve bütünlüğünü 80 yıldır büyük bir başarıyla korudu.
Bu nedenle mesela Hamas ziyaretini endişeyle değerlendirdik.
Önceki gün Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Samanyolu kanalındaki "Özel Gündem" programında konuşurken bu konuya basının yaklaşımını şu sözlerle değerlendirdi:
- Basının yabancı servislerin, diplomatların manipülasyonlarına açık olduğunu görüyorum. Bir başlık, nereden yönlendirilmiş görüyorum. Devamlı bizi suçlama var. Eleştirilerden ders alacağız şüphesiz, her söylediğimizi onaylayan bir basın istemiyoruz şüphesiz. Ama, bu kadar yabancı servislerin ve diplomatların manipülasyonlarına açık basın görmüyorum.
Bence Gül'ün bu sözleri de Hamas ziyareti gibi, sonuçları önceden hesaplanmamış ve maksadını aşan bir yaklaşımın ifadesidir. Dış dünyadaki gerilimlerin arasına girmek ve bu gerilimlere taraf olmaktan başka bir şey elde edememek yerine, içeride gerilimler yaratmaktan kaçınmak ve kendi basınını suçlamamak daha doğru bir politika değil midir?
Sanki Hamas'ın lideri Türk gazetelerini okuduktan sonra mı Tahran'a gidip Ahmedinejad ile kucaklaştı ve barışçı çözüme hayır dedi?