Tanrıtanımazları veya panteistleri bir kenara bırakalım. Ama dinine bağlı insanlarda bile, "Ya şeriat gelirse" endişesi var. Bu nedenle "Ben de Müslümanım ama" diye başlayan cümlelerle, Siyasi İslam'a karşı sakıncalarını seslendiriyorlar.
Bu durum sade bizde böyle değil. Örneğin geçen hafta The Wall Street Journal'de Endonezya'nın eski Cumhurbaşkanı Abdurrahman Vahid "Doğru İslam, Yanlış İslam" diye uzun bir makale yazmıştı.
Vahid, bu yazısında "Sünni Köktenciler" in "El-Salah El-Salih" arayışıyla ütopik bir toplum modeli hedeflediklerini ve "Selefilik" denilen bu akımın İslam'ı bir inanç olmaktan çıkartıp, Panİslamik halife yönetiminde otoriter ve devletler üstü bir püriten otoriter siyasi sistem haline getirmeyi amaçladığını ileri sürüyordu.
Vahid'e göre Kuran ve Sünnet'i harfiyen uygulamayan Müslümanlar da, bunların gözünde "Kafir"dir ve New York'tan Cakarta'ya, İstanbul'dan Londra'ya uzanan alanlarda eylem koyan "Gazi"ler, köktenci inanç sahipleri olan kitlelerin sadece görünen uçlarıdır.
Vahid, bu olgunun petrol zengini Vahabiler tarafından fonlandığını, ideolojik ve politik bir programa sahip olduğunu, ılımlı İslam'la köktenciler arasındaki ayrılıkları derinleştirmeyi hedef aldığını, VahabiSelefi işbirliğinin global ölçekte yayınlarla etki alanını genişlettiğini, ulusal devletlerden çoğunun buna karşı mücadelede isteksiz davrandığını vurguluyordu makalesinde.
Elbet Türkiye'de de Abdurrahman Vahid'in tanımladığı türden köktenci İslam'ın egemen olmasını isteyen kesimler var. Ama Türkiye'nin pek çok İslam ülkesinden farkı, "Siyasal ve Köktenci İslam" söyleminin de, çoğulcu demokrasi içinde siyaset arenasına çıkabilmiş seçmen beğenisine sunulmuş olmasıdır. Oysa çoğu İslam ülkesinde demokrasi olmadığı için, köktenci akımlar "Yeraltı muhalefet"ini temsil etmiş ve siyasi partileşemedikleri için camilerde veya medreselerde örgütlenmişlerdir.
Siyasal İslam'ın Türk demokratik, laik ve çoğulcu sistemindeki seçim başarısızlıklarının sonucu, bugün iktidarda olan ve "Milli Görüş"ten gelen AK Parti'nin, artık "Muhafazakar Demokrat" kimliğini seçmiş olmasıdır. Tayyip Erdoğan, şimdi hilafeti değil, AB üyeliğini hedefleyen, başta ABD olmak üzere Batı ile "Stratejik Ortaklık"lar arayan, yerli-yabancı-Yahudi-Hıristiyan ayrımı yapmadan uluslararası sermayeyi Türkiye'ye çekmeye çalışan bir siyasetçidir. Bu çizgi, AK Parti'yi marjinal ve rejim düşmanı bir siyasi akım olmaktan çıkarmaktadır.
Ama yine de, laikliği demokrasinin mütemmim cüzü olarak değil de sanki dine alternatif bir ideolojiymiş gibi görenlerin endişeleri bitmeyecektir. Başı açık olanlar "Ya bir gün zorla bizim de başımızı kapatmamızı isterlerse" endişesini seslendirecek, içki içenler "Kırmızı Bölgeler"e takılacaktır.
Ama hiç unutmayalım. "Din"i hedef alan siyaset, hiçbir ülkede geniş kitleleri yanına alamıyor. Yani laiklik dinin değil, totaliter teokrasinin alternatifidir. Din de laiklik de, demokrasinin alternatifleri değildir.
Bunun dışında herkes inancına veya dünya görüşüne göre farklı yaşayabiliyor Türkiye'de. Kitle gazeteleri Ramazan'da din ekleri veya sayfaları verirken, aynı anda bikinili mankenlerin resimleri de yayınlanıyor. Renkli yaşamlara sahip sosyetik hanımlar başlarını örtüp Hac ziyareti yaptıktan sonra, dönüşlerinde hem Zemzem, hem de Duty Free'den çıkmış whiskyleri hediye getiriyorlar.
Aynı şekilde gazetelerin dini tavsiyeler verilen köşelerinde, domuz derisi ayakkabı giyilmez, piyango bileti alınırken besmele çekilmez, erkekler epilasyon yapamaz, faizli bankadan emekli erkekle Müslüman kadının evlenmesi caizdir, peruğun kadın saçından yapılanına ilgili kitaplar cevaz vermez gibi "Pratik Bilgiler" de yayınlanıyor.
Neticede bu Türk modelidir. Bu modele ne Vahabilik, ne Selefilik işler.