Türkiye'nin en etkili kurumu olan "Çifte Standartlar Enstitüsü", hukuk ve adalet alanındaki çalışmalarına bugünlerde ağırlık vermiş durumda.
Kim kendi siyasal eğilimini yansıtmayan ya da yaşam biçimine uymayan bir karar yargı organlarından çıkarsa, hemen ya "Yargı siyasallaştı" diyor, ya da "Yargı bağımsızlığı kalmadı" diye feryat ediyor.
Bu arada Adalet Bakanı Cemil Çiçek de, sakal ile bıyık arasında kalmış bir durumda, "Hangi eleştiriye ne cevap versem" diye açıklamadan açıklamaya koşuşup duruyor.
"Yargı siyasallaştı" benzeri klişelerin ötesine geçip, "Yargı zaten doğası itibariyle siyasetin içindedir" alternatifini pek irdeleyen yok. Mesela siyasi partileri kapatan, siyasetçilerin yaptığı yasaları iptal eden Anayasa Mahkemesi, zaten "Siyasi Yargı" nın ta kendisi değil mi?
Ya da AB'ye uyum için tüm yasaların siyasiler tarafından değiştirilmesi "Siyaset" oluyor da, bu yasaların yargı tarafından yorumlanıp uygulanması, tamamen siyasetin dışındaki bir faaliyeti mi oluşturuyor? Bir başka deyişle "Siyaset" toplumsal yaşamın ve bireysel ilişkilerin tüm alanlarını kapsayan bir olgudur. Yasamaya ve yürütmeye egemen olan siyasi görüş, bunu toplumsal yaşama yansıtır. "Kuvvetler Ayrılığı" nda, yargının siyaset dışında kalması değil "Tarafsız" ve "Bağımsız" olması beklenir.
Yargıçların ve savcıların siyasetçiler tarafından atanması, eğer atananlar "Gerçek hukukçular" sa, ne tarafsızlığı, ne bağımsızlığı etkiler. Ama neticede her yargı mensubu, kendi siyasi görüşünü koruyarak mesleğini icra eder. Örneğin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'ndan Cumhurbaşkanlığı'na gelen Ahmet Necdet Sezer, bütün siyasi partilere ve görüşlere karşı eşit mesafede midir? Özetle, toplumda kamuoyu oluşturan odaklar, savcılardan ve yargıçlardan kendi siyasi eğilimlerine uygun karar ve davranışlar bekliyor. Mehmet Ali Ağca'nın tahliyesi olayında da böyle oldu bu. Sonuçta bu tahliye kararından hoşnut olmayanlar, sorumluluğu Adalet Bakanı Cemil Çiçek'e yükleme yolunu seçtiler.O da şu açıklamayı yaptı: 12 Ocak günü bir şartlı tahliye söz konusu olacaksa 11 Ocak günü, 10 Ocak günü veya aralıkta veya kasımda Adalet Bakanı'nın "Getirin şu dosyayı, 12 Ocak günü bu kişi tahliye olacakmış. Bu dosyada ne eksiklik var, hesap doğru mu yanlış mı" diye dosyayı alıp önceden inceleme imkanı yoktur, çünkü bu siyasetin yargı yetkisine açıkça müdahalesidir. Dolayısıyla 12 Ocak günü böyle bir tahliye gerçekleştikten sonra, biz dedik ki "Bir defa da Yargıtay incelesin." Bunu önceden değerlendirme imkanımız var mıydı? Hayır, kesinlikle yoktu.
Bence burada tartışılması gereken Bakan Çiçek'in "Siyasetin yargıya müdahalesi" kavramını ele alış şekli olmalıdır. "Müdahale" değil ama hiç olmazsa "Yol gösterme" siyasetten gelmezse, üst hukuk olarak seçilen AB mevzuat ve içtihadını, Türk yargısı bir anda nasıl benimseyecektir? Bunun dışında AK Partililer de, CHP'liler de, siyasal İslam da, laikçiler de, sağ da sol da, yargının kendilerine uyan kararlar almasını isteyeceklerdir. Kamuoyu odakları da yargı kararına konu olan her kişiyi, kendi görüşleri açısından kınayacak veya kutsayacaktır.
Örneğin solcu Yılmaz Güney, 1974'te bir yargıcı öldürdüğü için hapse mahkum edilmiş, 1981'de izinli çıktığı açık cezaevine geri dönmeyip, yurtdışına kaçmamış mıydı?.. Sağcı Ağca da Abdi İpekçi'yi öldürmüş, sonra cezaevinden kaçmıştı... Cinayet cinayettir ama her kesimin cinayete bile bakış açısı farklı değil midir? Veya Madımak Oteli'ndeki toplu cinayeti, her kesim aynı biçimde mi değerlendiriyor?