20. yüzyılın Türkiye'si iki temel "hayal" üzerine kurulmuştu.
Birincisi...
Batılı olmak; o kadar ki sonunda Batılıların da bizi Batılı sanacağına inanmak.
İkincisi...
Homojen, yekpare bir ulus olmak.
Dağılan bir imparatorluğun (yani iliklerine kadar heterojen bir düzenin) bakiyesi üzerinde bu hayalleri hayata geçirmek kolay değildi.
Bazı gerçeklerle sert bir kavgaya girmek ve bazı gerçekleri de zor kullanarak eğip bükmek gerekiyordu.
Nitekim öyle oldu. Batı'ya büyük ve kalıcı bir yer açabilmek için "içimizdeki Doğu" resmi talim terbiyeyle yok edilmeye çalışıldı. Dışarıdaki Doğu'ya karşı ise bazen düşmanlıkla davranıldı, bazen kayıtsız kalındı.
Homojen bir ulus devlet olabilmeye gelince...
Kürtleri "unutmak" ve Kürtleri de "Türk olduklarını unutmuş Türkler" olduklarına inandırmak gerekiyordu.
***
Bugün toplumun kimi kesimlerinde ve özellikle ana akım medyada hâlâ çok güçlü olan "
kendi ülkesine karşı oryantalist bakış"ın kaynağı da tastamam bu süreçtir.
Yukarıda anlattığım iki "
resmi fantezi" birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.
Çünkü "
beyaz Türk"ler başından beri içimizden kovulmak istenen "
Şark"ın iki yerde varlığını keskin biçimde sürdürdüğüne inanmıştır.
Biri...
Din eğitimi.
Diğeri...
Kürtlerin yaşadığı coğrafya.
Ama bildiğim, anladığım şu...
21. yüzyılın koşulları
Türkiye'nin kendi sosyolojik gerçekleriyle daha fazla kavga etmesine izin vermiyor.
***
Daha ne kadar inkâr edebiliriz ki!
Büyük reformu erteledikçe tıkandık, tık nefes kaldık.
İçimizdeki Batı ile Doğu'nun barışına
mecburuz!
Homojen ulusçu devletten
Kürt kimliğini açıkça "
içeri" alan demokratik devlete geçmeye
mecburuz!
Gerçek demokrasi süreci bu zorlu yoldan geçiyor.
Henüz yolun başındayız.