Yine ahşap panjurlar takırdamaya başlıyor.
Duvar dibindeki sardunyalar yan yatıyor; nar ağacının cılız dalları bir o yana bir bu yana eğiliyor.
Bahçedeki şezlongun bezi yine yelken gibi şişiyor, uçtu uçacak...
Rüzgâr işte!
Çeşme'de kanlı canlı, elle tutulur, okşanır, koklanır, dalaşılır bir şeydir rüzgâr.
Öyle esip geçmez. Bir iki günde çekip gitmez. Kalır! Tanış olur.
Hatta bütün bir mevsim boyunca postu Çeşme yarımadasına attığı olur!
Çıtkırıldım tatilcilerle arası iyi değildir. Fakat ağustos geldi mi, adı "sevgili" ye çıkar! O yapış yapış sıcakta buzlu bir sürahiden bardağa henüz aktarılmış limonata etkisi yapar!
Ben de onlardanım...
Yani Çeşme'ye gele gide rüzgârı yakından tanıyıp sevenlerden.
Rüzgâr ve tutkunun ikiz kardeş olduklarını; ikisinin de engel aşmaktan, kaçanı kovalamaktan hoşlandığını bilenlerdenim.
Rüzgârla baş edilmeyeceğini, en doğrusunun denizcilerin yaptığı gibi huyunu suyunu bilip uyum göstermek olduğunu öğreneli çok oldu. Hem başka nerede perdeler bu kadar güzel uçuşuyor ki!
Biliyor musunuz? Buranın yerlileri rüzgârla konuşurlar.
Çoğu zaman asabi bir kediyi konuşa konuşa sakinleştirmeye benzer halleri!