Vesayet kavramını veya tartışmalarını en yoğun şekilde yaşayan bir siyasi ve entelektüel hayata sahibiz. Bunun çok sağlam ve haklı bir zemini olduğu muhakkak. Kaldı ki liberal 'siyaset karşıtlığına' dayanan okumaları bir kenara bırakacak olursak, 'vesayetsiz' bir toplum veya siyasal hayat tahayyül etmek de mümkün değildir. 'Siyasal'; kurumlar, erkler, odaklar, cemaatler, partiler, hareketler, sermaye vb. unsurların tabii bir şekilde ortaya çıkardığı 'vesayet çarpanlarının' arasından sıyrılarak vücuda gelmektedir.
Siyaset bu unsurların birbirleriyle olan ilişkisini iyi düzenlediği zamanlarda halktan aldığı meşruiyeti iradeye tercüme eder. Bu ise yaygın ifadesiyle 'hukuk devletinin' ortaya çıkmasına vesile olur. Başka bir deyişle hukuk devleti 'vesayetleri' ortadan kaldırmaz, düzenler. Öyle ki bu durumun hayata geçmesi için gerekli olan şey normlar değil kararlardır. Bu ise ancak siyasetin elinde hayata geçebilir. Başka bir deyişle hukuk devletinin 'vesayetleri düzenleyebilmesi' için ihtiyaç duyduğu güç ve meşruiyet bizzat siyasaldan gelmek durumundadır.
Türkiye'nin en ağır vesayet (pasif darbe) düzeni dönemi yaşadığı yıllarda da aktif darbe dönemlerinde de krizin merkezinde siyasetin var olamaması sorunu bulunmaktaydı. Siyaset aktif veya pasif vesayet etkenlerini düzenleyecek bir güce kavuşmamıştı. Yani asker veya yargı, müstakil olarak veya müesses nizamın ideolojik fetişleri adına beraberce siyasete kast edebilecek gücü ellerinde bulunduruyorlardı. Bu gücün kaynağı, mesela asker için, -sadece- elindeki silahtan kaynaklanmıyordu. Gücün asıl kaynağı askerin darbe yapabilme konforu ve bu durumun siyasetten yana saf tutması gereken kitleler içinde de güçlü bir şekilde satın alınabiliyor oluşuydu. Tıpkı Mısır'da yaşanan darbe gibi. Mısır ordusu silahından dolayı darbe yapmadı. Silah zaten hep elindeydi. Siyasetin yanında durmak yerine askere göz kırpan kitleler ortaya çıkınca darbeyi yapacak gücü buldu. Yani bütün vesayet odakları ancak ve ancak siyasetin meşru zemininden ateş çalabildikleri oranda güç devşirebilmektedirler.
Askerin ana aktörü olduğu son "aktif vesayet" girişimi 1980'de yaşandı. Müdahale sonrası yıllarda asker değil aksine siyaset kendisine alan buldu. Tam da bundan dolayı 28 Şubat darbesi, askerin tek başına yapmayı göze alamadığı bir darbe oldu. 27 Nisan ise tek başına "pasif vesayet" girişiminde bulunmak düzeyine gerileyen darbeciliğin, haşmetli günlerinden nerelere düştüğünü göstermesi açısından trajik bir örnek oldu. Hasılı kelam, 'askerin darbe yapamayınca' nasıl bir travma yaşadığını 2002-2010 arasında en sıcak şekilde görmüş olduk. Askeri vesayet hala normalleşme sancısı yaşamaya devam ediyor. Darbeciliğin olmadığı, siyasete hükmetmek yerine onun organik bir unsuru olmayı -en azından bu yıllarda- içine sindirmeye çalıştığı izlenimi vermektedir. Bu süreç, muhtemelen, zannedildiğinden çok daha zor geçmektedir.
Vesayet siyasetle yüzleşince
2012'den beri kafasını kaldıran yargı ve polis içindeki neo-vesayet odağı için de benzer bir durum söz konusu. Siyasetin riskli, zahmetli ve şeffaf dünyasında oluşan iradenin gölgesinde, başka vesayet odaklarıyla yapılan mücadeleden, kendi adına çocuksu zaferler çıkaracak kadar 'paralel evrene' gömülmüş bir akıl var karşımızda. Siyasalın sert, ciddi ve hepsinden önemlisi dost-düşman dünyasından bihaber şekilde son on yılın zahmetli yolculuğundaki bütün badireleri 'polisiye bir senaryoya' dönüştürmüş durumdalar. Omzundan ateş ettikleri iradeye de kast edince 'siyasalın hakiki dünyası' ile yüzleştiler. Bu oldukça sert yüzleşme marifetiyle içine gark oldukları çocuksu rüyadan bazıları uyandı; bazıları ise son dönem artık gına getiren, kimsenin inanmadığı 'safa yatma teknolojisine' sarılmış durumdalar.
Kontrolden çıkmış bir vesayet odağı, milletten aldığı meşruiyetten fazlasıyla emin olan siyasetle yüzleşirse ne olur? Hem de geçmişinde kendi başına hiç bir aktif vesayet girişimi bulunmayan bir odak olarak. Nihayetinde onca 'şanlı darbe' geçmişi olan askeri vesayetin inkâr edilemeyecek bir 'tarihi' var. Yaşadığımız durum gerçekten trajik. Getto özelliklerini fazlasıyla gösteren bir toplumsal hareketin 'başarı saplantısını' usule, 'büyümeyi' fetiş bir esasa dönüştürmesi neticesinde ortaya nasıl bir garabetin çıktığını görüyoruz. Mezkûr garabet, kendisi zaten doğal bir vesayet odağı olmasına rağmen, yargı, polis, bakanlıklar, sermaye gibi farklı vesayet odakları içinden de siyasete müdahale etmeye kalkınca oldukça karmaşık bir sorun ortaya çıkmış oldu. Hükümet devirmek üzere kâğıt üzerinde harika duran mesiyanik teori, siyasetle yüzleşince panik havası yaşıyor.
Nihayetinde hükümet yerinde duruyor. Kendisine yapılan taarruz karşısında bazı bakanlarını kaybetti. İktidar birçok farklı siyasi, sosyal ve iktisadi unsurdan ve kurumdan oluşuyor. Bütün bunlar yekpare değil, çok katmanlı çok yedekli bir yapı ortaya çıkarıyor. Yani ikame yeteneği bulunuyor. Yolsuzluk tartışmalarının oluşturacağı tahribatı ise hem yargıdan gelecek kararlar hem de milletin alacağı tutum belirleyecek. Buna mukabil neo-vesayet odağının taarruzu gerçekleştiren unsurları, işin tabiatı itibariyle bir örgüt disiplinine sahipler. Tırnakla et gibi beraber olan bir iradeyi temsil ediyorlar. Bu taarruz sırasında büyük bir avantaj. Lakin taarruz başarısız olursa, yekpare yapı en büyük dezavantaj haline gelir. Tırnak bile çekilse beyin acıdan çalışamaz hale gelir.
1980'de 'bizim çocuklar başardı' diyenler, darbeyi yapanları mı kast ediyorlardı yoksa darbe ortamını hazırlayanları mı? Her ikisinin de makul ve meşru hikâyelerini duyarsınız. 17 Aralık girişimi için ilerleyen yıllarda benzer hikâyeler yazılacak. Ama bugünden bir şey söylemek gerekirse, acemi vesayetçilerin ilk siyaset imtihanı kendileri açısından felaketle sonuçlanmıştır. Lakin bu felakete fazlaca takılmamak lazım. Allahualem, 'büyüme' ve 'başarı' ekseninden mütevellit teolojinin bir şekilde sebep olacağı mukadder kıyamet yerine yaşadığımız bu felaket şerden hayrın doğmasına vesile olabilir. Elbette büyüme ve başarı ekseni sorgulanırsa. Ezcümle 'sizin çocuklar başaramadı'. Yıllardır en sert ve abartılı şekilde lanetledikleri "istişhadi eylemlere" bulaştılar. Sonuç hüsran. Hal bu iken 'başka başkentlere' ısrarla selam göndermekten vazgeçmeleri gerekiyor. Malum o, 'başarınca' yapılıyordu!