Tabelalarda yer alan dükkan, mağaza isimlerine bakıyorum. Dikkatle bakıyorum ve hayret ediyorum. Çok kullanılmış bir benzetmeyle söylersem her şey bana 'Mütareke dönemi' İstanbul'unu ansımsatıyor, -diyeceğim ama, sadece bu büyük kentte değil, sık sık gittiğim Anadolu'nun 'ücra' (başka hiç bir şey için bu sözcüğü kullanma-yışımız, tıpkı 'palazlanmak' sözcüğünü sadece burjuvazi için kullanışımız gibi, ne kadar ilginç...) şehirlerinde de aynı şeyi görüyorum. Bütün isimler 'garip' bir İngilizceyle 'verilmiş' durumda. Aman Allahım, hem de ne İngilizce: 'döner' yazmış arkasına 'chi' takısını eklemiş; sanki herkes onu 'dönerci' okuyacakmış gibi ki, doğal olarak, İngilizcede o son ek o sözcükle birleşince öyle okunmaz. 'Nev-i cafe' yazmış, anlayan beri gelsin... Daha neler neler, gözünü etrafa bir parça çevirenler, benim burada sıralayacaklarımdan çok daha fazlasını görecektir.
1990'larda, Fransızlar bir yasa çıkardılar ve İngilizce veya bir başka dilde olan film adlarının sadece Fransızcalaştırılarak afişlere koyulmasını kararlaştırdılar. Uzun zaman biz de Türkiye'de böyle yaptık. Bugün eski bir film adı geçtiğinde onun orijinal adının ne olduğunu bilmemiz gerekiyor, eğer onunla ilgili, yabancı bir dilde araştırma yapacaksak. Bana o tarihlerde çok garip görünen Fransızca uygulamasıyla şu son söylediğim arasında doğrudan ve ilginç bir ilinti var. Bugünkü dünya, ne yapalım ki, İngilizcenin hakimiyetinde. Bunu söylemek artık 'güneş doğudan doğar' demek kadar anlamlı (!) bir şey. Fransızların tutumu, böyle bakınca, 'sorunlu' veya 'tartışmalı' bir niteliğe bürünüyor. Doğru mu, değil mi, yaptıkları?
UYDURMACA SÖZCÜKLER
Bir şey söylemek zor. Onların, dilleriyle kurdukları çok yoğun, derin, kapsamlı bir ilişki var. Fransızcanın sonuna kadar hükümran olmadığı bir dünya tasavvur etmeleri çok zordur. Edebiyatlarına, felsefelerine hayrandırlar. Tümünün temelinde çok işlenmiş, çok geliştirilmiş dillerini görürler. Ona kıskançlıkla sahip çıkarlar. Eğitim sistemleri hâlâ bu muhakeme üstüne bina edilir. Gene aynı mantıkla güncel teknolojinin dile taşıdığı 'yabancı' sözcükleri ve kavramları harıl harıl Fransızcalaştırırlar, isterseniz, buna, zamanında Türk Dil Kurumu'nun işlevini değerlendirirken kullandığımız adlandırmayla 'uydurmaca' sözcükler bulmak diyebilirisiniz. Uydurmacacılık Fransızcada çok yerleşik bir iştir.
Gene de televizyonlarını izliyorum, iş pek öyle göründüğü veya niyet edildiği düzeyde değil. Onların diline de sel gibi giriyor 'yabancı' sözcükler. En nihayet burunlarından kıl aldırmazken, geri çekildiler, sabahtan akşama kadar sadece İngilizce yayın yapan bir televizyon kanalı kurdular. Ama bu böyledir diye, ben, İngilizceyle olan ilişkime ve düşüncelerime bıyık altından gülen Fransız dostlarıma gülmüyorum. Zamanın hükmünü aşmak kolay değil. Hele, Sarkozy gibi bir faşist adamı başlarına CB diye geçirdikleri bir dönemde.
Gene de, buyrukçuluk, kısıtlamacılık bir yana, dile verdikleri önem ve düşkünlüklerinden alınacak bazı dersler var. Nasıl olmaz? Dil sonunda bilinçle, onun oluşumu ve bütünlüğüyle ilgili bir şey. Dilin kısıtlayıcı, her şeyi bir örnek hale getiren, hakimane tavrının yanlışlığı başka bir öykü. Ona karşılık özgürleştirici, yaratıcı bir dil geliştirme girişiminde bulunanlar, bu maksatla delilerin, şizofrenlerin kullandığı dilde çare arayanlar mevcuttur ve bu önemli bir noktadır. Ne var ki, oraya gelene kadar atlanacak bir basamak var: gündelik hayatın kavranması, bilincin oluşturulması, iletişimin sağlanması için kullanılan dil.
TAM BİR KARMAŞA SÖZ KONUSU
Türkçenin, şu yukarıda verdiğim örneklerde yaşadığı sorun bence bu. Ortaya gelmiş olan dil kimsenin kimseyi anlamasına izin ve olanak sağlamıyor. Tam bir karmaşa var. Teker teker her biri ayrı bir telden çalan, ne olduğunu kimsenin anlayamadığı o sözcükler, isimler, hayatımıza girdiğinde toplumsal bilinç, ortak dil kurmak, temel medeni ve yasal kurallarda birleşme türünden koşullar ortadan kalkıyor. Yırtılmış bir bilinç, bulanıklaşmış bir algı, gerçeğin yitimi söz konusu burada.
Böyle bir dilin özgürleştirici bir yanı yok mu? Bu soruyu yukarıda da yanıtladım. Vardır ama oraya gelene kadar aşılması gereken evrelerde şu belirttiğim durakları geçmek gerek. Aksi takdirde, herkesin ayrı bir 'dilden' çaldığı bir ortamda herkes konuşsa bile kimse kimseyi anlayamayacaktır, kimse kimseye bir şey söyleyemeyecektir. Bir dilsizlik doğacaktır. Konuşurken türeyen bir dilsizlik. Söz, iletişimin değil iletişimsizliğin aracı olacaktır. Böyle bir içe kapanma, sağırlık ise küskünlük, yani toplumsal şiddet demektir. Dile yabancı sözcüklerin girmesi başka bir iştir, dili yabancı sözcüklerle boğmak ayrı bir iş!
Hani 'insanlar konuşa konuşa' demişler, onun için yazdım...