Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Kötü dizi filmler: Kitlelerin afyonu

RTÜK'ün haklı olarak uyardığı gibi dizilerin uzunluğu dört saati buluyor. Milyonlarca insan ekran karşısında dünyadan kopmuş, çağdaş bir vecd halinde bu dizileri izledikçe izliyor

Hayattaki mahcubiyetlerimden mi, övünçlerimden mi desem bilmiyorum, biri, hiç anı anına televizyon dizisi izlememiş olmaktır. İtiraf edeyim ki, bundan çok zaman önce bu işi biraz küçümsedim. Kendime göre sinema tercihlerim olduğu için onların tadını ve yoğunluğunu bu 'filmlerde' bulamayacağımı varsayıyordum. Bir de bendenizin tutkusal bir yanı vardır. Elime bir kitap aldığımda başka bir işle pek uğraşamam. Başladığım şey bitsin, ben sonuna varayım, isterim. 'Tefrika' hazzetmediğim bir şeydir. Aradan bir süre geçince işin rengi, çehresi, veçhesi, her şeyi değişti. Dünyanın en çetrefil, zor, karmaşık yönetmenleri Hollywood'a taşınıp dizi film yapmaya başladı. Onlar işin içine girdikten sonra benim savlarımın artık geçerliliği kalmamıştı. Bu defa zaman sorununu öne çıkardım. O kadar 'dizi'yi art arda kaç saatte izleyecektim? Öyle eve kapanıp dizi seyredecek imkanım da olmadığından bu işi roman okumak gibi düşünüp, son zamanlarda bazı dizileri, DVD olarak izleyip bitirdim. Şunda hiç kuşku yok ki, bugünün dizileri bugünün sosyolojisidir. Nasıl 19. yüzyılın toplumsal (hatta tarihsel) olayları o dönemin romancılarından ve tefrika yazarlarından izleniyorsa, bugünün meseleleri de yarın bu dizilerden çözümlenecektir. Diziler artık görsellik alanındaki her şey demek. Öteden beridir sinemanın sonuna geldik diye bir iddiam var ki, onu pekiştirmek için de dizileri örnek gösteriyorum.

ALAN DA MEMNUN, SATAN DA

Dizi, sinemadan farklıdır. Sinemanın örgütlü, kontrollü, planlanmış, dolayısıyla da 'donuk', durağan yapısına mukabil dizilerin bambaşka tellerde hüner gösteren dinamizmi var.
Konunun esnekliği, araya girip çıkan yeni dinamiklere tanıdığı olanaklar, süre esneklikleri bunları daha önceki dönemin 'soap opera'larına yaklaştırıyor. Malum, popüler kültürün en temel araçlarından olan sabun köpüğü filmler, diziler içerik ve organizmalarını pek az değiştirir. Tipler hep aynı kalır. Olaylar çok yavaş akar. Seyirci herhangi bir figürle özdeşlik kurdu mu, sür git, o devam eder. Ortada izleyiciyle akdedilmiş görünmez bir 'kontrat' vardır. Alan da satan da memnundur. Değişkenlikten kaynaklanan bir macera veya sürpriz yoktur ama bu, dizilerin 'konuları' için geçerli değildir. Yapılarını ilgilendiren bir husustur. Bu koşullar, bugün dünyayı boydan boya sarmış olan diziler için aynen geçerli midir? Kısmen evet, kısmen hayır. Bugünkü diziler de kendi mekaniklerinin türettiği doğal bir sonuç olarak gücünü izleyiciyle kurulan ilişkinin yoğunluğundan alıyor. Bunu sağlamanın da sayısız yöntemi var. Gene de bu ilişki, beraberlik oluşturma işinin ne kadar güç olduğunu anlamamak için kör olmak gerekir. Milyarlarca doların devrettiği bir alanda, böyle bir sonucu sağlamak için, olabildiğince yaratıcı olmak zorunda yönetmenler, hatta yapımcılar.

YAVAŞ BİR SİNEMAMIZ VAR
Bu türden bir arayış ve yönelişten doğan en öncelikli unsur anlatımdır. Sinemanın, hele Avrupa sinemasının, ağır aksak, pesten diline uzaktan yakından benzemeyen bir dinamizm, 'dizi sineması'nın belkemiğidir. Bilgisayar, video klipler, animasyonlar ve 3D'lerin hakimiyetiyle başa çıkacak tek unsur budur. Sinemanın tekil anlatımına karşın burada çoğul bir anlatım mevcuttur ve zaman-mekan ilişkisi izleyeni bambaşka bir ufka doğru itmektedir. İyi diziler, dünya sinemasının en önemli yönetmenlerinin Hollywood sinemasıyla sanat sineması arasında oluşturduğu bir sentezdir. 'Sanat sineması' ise sadece festivallere terk edilmiş durumda. Böyle bir ortamda Türk dizilerinin karakteri başka bir noktada düğümleniyor. Biz, 'klasik' ürünleri de, yeni verimleri de çok yavaş bir sinemaya sahibiz. Yeni sinemamızın 'ağa babası' Tarkovski'dir. Kim ne derse desin, bugünkü sinemamız, ister sanat sineması, isterseniz benim tabirimle, 'oda sineması' deyin, Tarkovski'nin ve 1950-1970 arasındaki Avrupa sinemasının anlatımı üstüne bina edilmiştir. Gariptir, bizde 'basit' veya 'uydurma' diye düşünülen sinema, Hollywood'dan ve Fransız sinemasının B tipi filmlerinden etkilenmiştir ama sanat sineması yapmak isteyenler bu işe burun kıvırmıştır. Uzun plan çekimleri, ağdalı söz söyleme veya hiç konuşmama, bizdeki sanat sinemasının hâlâ devam eden 'çocukluk hastalığıdır.' Şimdi bu hastalık dizilerde de cereyan ediyor. Bu tür yapımların ana özelliklerinden biri olan doğal statik doku bir yana diziler olabildiğince hantal bir sinema dilini sırtında yük diye taşıyor. Bu durum filmlerin süresine de etki ediyor. Şimdi RTÜK'ün haklı olarak uyardığı gibi, dizilerin uzunluğu, gösterimi dört saati buluyor. Olacak şey midir? İnsanlar derin bir uyuşmanın, zehirlenmenin içinden izliyor o dizileri. Zamanı ve dolayısıyla kendilerini öldürmenin bir aracı. Belki tatlı ama elbette zehirli bir araç. Milyonlarca insan ekranların karşısında dünyadan kopmuş, kendilerinden geçmiş, çağdaş bir vecd halinde bu dizileri izledikçe izliyor. Sabah, öğlen ve akşam. "Kitle kültürü kitlelerin afyonu," demiştim zamanında. Değiştiriyorum: "Dizi filmler kitlelerin afyonu." Onu da değiştiriyorum: "Kötü dizi filmler kitlelerin afyonu." Bu kadar yaratıcı ve yenilikçi bir alanın bu kadar ucuz harcanmasına üzülmemek elde mi?

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA