17 Mayıs'a dek tam kapandık.. Nasıl "tam kapanma" ise artık.. O kadar çok ayrıcalıklı meslek vardı ki, köprüler gene sıkışık, şehir içi ana arterler gene tıkalı, Bebek, Ortaköy, Kadıköy Sahil Yolu gibi açık hava yürüyüş yolları, resimlerini gördük gene tıklım tıklımdı.. Hem de maske bile takmayarak örnek olan ve özendiren ünlüler en başta..
Eğer, ünlü diye, makam sahibi diye birtakım insanları izlemeyecekse polis ve gazeteler sayfa sayfa yasakların nasıl ihlal edildiğini ve polisin hiçbir şey yapmadığını kanıtlayan resimler basıp haberler yazacaksa, hep dediğim bir şey var..
"Uygulatamayacağınız yasağı hiç koymayın ki, bir de devletin itibarı sarsılmasın!."
Bir anket yapsın devlet.. İstatistik Genel Müdürlüğü yapsın ve sorsun: "Kovid yasakları ve kuralları konusunda devlete güveniniz, inancınız var mı?."
Hayır yok.. Cevap "Hayır yok.." İnanmayan bu anketi yapar..
Şimdi bunu bir kenara bırakalım ve 17 Mayıs'tan sonra beklenen "açılma"nın nasıl hayal kırıklığı yarattığına, yani tam tersine gelelim..
"Kapanma" bir bilimsel karardır.. Yüksek Sağlık Kurulu uzmanları toplanır. Kovid'in ülkedeki son durumunu inceler ve neler yapılması gerektiğini belirleyip hükümete tavsiye ederler..
Neden "karar" değil, "tavsiye!." Çünkü, olayın bilimsel yanı kadar, en az onun kadar, hatta fazlası bir sosyal ve ekonomik yönü var.
Bu ülkede varlıklarıyla aylar, yıllarca dayanacaklar var. Ama baba veya anne o gün eve para getirmezse aç kalacaklar da bir o kadar değil, misli fazlasıyla var..
En basit örneği, bahşişle yaşayanlar..
Şimdi 17 Mayıs sabahından itibaren restoranlar, masa müşterisi yasak olarak açıldı. Zaten açıklardı ya.. İnternet veya telefon yolu ile sipariş yapabiliyordunuz.
17 Mayıs'ta fazladan insanlara "Gidip alma" hakkı verildi.
Hani köpek gezdirenlerin, Migros'a ekmek almaya gidenlerin izni varya.. Köpek kiralayan ya da cebinde mutlak bir Migros poşeti bulunduranlar türedi ya.. Şimdi de "Yemek ısmarladım, almaya gidiyorum" diyenlere izin..
Yani "Vatandaş hiç değilse, çıksın dolaşsın" izni.. Bu izni veren Sağlık Kurulu değil.. Siyasetçi.. Çünkü o, sosyal ve ekonomik durumu da düşünmek zorunda..
Peki düşünüyor mu?.
"İstemen şart değil, gel al" ne demek?.
İsteneni kurye getiriyor. Kurye genelde kapıda verilen bahşişle ev geçindiriyor. "Gel al" dedin mi, servis, yani bahşiş, yani ev geçindirme parası yarı yarıya düşer..
O zaman, dünyanın her yerindeki uygulamayı yap.
Açıkta, belli mesafe aralığı ile oturma koşuluyla masa ve sandalye koymayı serbest bırak ki, nerdeyse bir yıldır aç, garson ve komi ailelerinin de kursağına iki lokma girmesini sağlayacak "Bahşiş veren müşteri" yeniden ortaya çıksın..
Restoranların bağlı olduğu sivil toplum örgütü açıklama yaptı..
Gel al ya da siparişle dükkân yaşamaz.
Çünkü cirolar yüzde 20'ye düştü. Ciro yüzde 20.. Kârı düşünün bir de, nerelerde sürünüyor.. Başkanları "Kovid bitsin pek çok mekân açılamaz. Çünkü tükendiler" dedi.
Bu sese kulak verecek Sağlık Kurulu da değil, Sağlık Bakanı da..
Bakanlar Kurulu duyacak ve çözüm bulacak. Çünkü işin bu yönü, ekonomik ve sosyal..
Nasıl bulacak?.
Dünyadaki uygulamalara ve onun sonuçlarına bakacak ve ona göre karar alacak.
Başka yolu yok!.
1 Haziran kararları geliyor. Topu topu 10 gününüz var, araştırmak ve bulmak için, Sayın Bakanlar!.
Testiyi kırmadan suyu getirmenin yolunu arayın şimdiden..
***
'BİR ZAMANLAR KIBRIS' VE KIBRIS'TA ÖFKE...
TRT'nin dizisi "Bir Zamanlar Kıbrıs", Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni birbirine kattı, gazetelerde okudunuz geçen hafta boyu.. Hafta sonunda da Hıncal'ın Yeri'nin "Gönüllü Kıbrıs Yazarı" Ertan Birinci'den bir mail aldım. Elektronik mektup tabii.. Ertan olayı hiç kimsenin bakmadığı bir açıdan yorumlamış..
Diyor ki..
"Bir Zamanlar Kıbrıs, uzun zamandan beri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin tamamını ayni safta ve ayni fikirde birleştirdi."
Buyrun, okuyun.. Neden ve nasıl oldu bu iş?.
*
Sevgili Hıncal Ağbim,
Bir bayramı daha geçirdik.. Kıbrıs'ın yine çarşısı boştu ama bu kez her yönüyle sakin bir bayram geçirdi... Sağlık yönünden, turizm başta her açıdan sakin bir bayram oldu..
Beşiktaş'ın şampiyonluğu sokağa çıkma yasağını yerle bir etti ve nerde ise birçok yerde gece geç vakitlere dek konvoylarla kutlandı..
Tüm bunların yanında KIBRISLI, bayramda her yerde TRT'de yayınlanan "Bir Zamanlar Kıbrıs" dizisini diline doladı, eleştiri yağmuruna tuttu.
Aslında her şey güzel başlamıştı..
Kıbrıs Türkü'nün 1960-74 yılları arasındaki varoluş mücadelesi dizi halinde geliyordu. TRT ekipleri, Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı, KKTC Cumhurbaşkanı, Başbakanı, TRT Genel Müdürü, yapımcı film şirketi yetkilileri ve kısıtlı davetli ile pandemiye rağmen anlamlı bir gala yapılmıştı..
KKTC'de devlet-hükümet ve davanın bu yolla anlatılacağına inanan milli kuruluşlar başta olmak üzere her kesim çok heyecanlanmıştı..
Oysa dizinin ekranlara gelmesiyle birlikte KKTC'de homurdanmalar başladı.. Heyecan yerini ciddi eleştirilere bıraktı.
Hele de 3'üncü bölümden sonra adeta dananın kuyruğu koptu.
Dizi ilerliyor, izlenenler hayrete düşürüyordu.
Hiç olmamış olaylar senaryo diye yazılmış ve çekilmişti. Neler çektiğimizi dünyaya "ekran" yoluyla anlatacağımız umudu yavaş yavaş suya düşüyordu....
İlk sesler, toplumun iki büyük liderinin ailesinden geldi...
Dr. Fazıl Küçük'ün oğlu Mehmet Küçük, o yılların lideri babasının adeta silikleştirildiğini açıklıyor ve bunun olmaması gerekliliğini vurguluyordu...
Rauf Denktaş'ın ailesi ise şok içindeydi...
Denktaş'ın kızı Ender hem sosyal medyada hem de yazılı açıklamasında babalarının posta memuru gibi gösterildiğini, asla kabul edilemez bir role büründürüldüğünü söyledi..
Oğlu Serdar Denktaş, sosyal medyadan eleştirilerini yaparken merhum Denktaş'ın diğer kızı Değer ise "Artık ayıptır, yeter" diye isyan etti.
Gerçekten de Kıbrıslı Türkler diziyi izledikçe kahroluyorlardı..
Bir varoluş mücadelesi, büyük emekler ve maddi imkânlarla çekilirken bu yakın geçmişi bilen ve yaşamış olan toplum, senaryonun nasıl bu şekilde gerçeklerden uzak oluşunu bir türlü anlayamıyordu..
Anlaşılır gibi değildi, çünkü..
Sonunda sağ basın ve özellikle milliyetçi basın olarak tanınan KKTC'nin önemli yazarları da kaleme sarıldı...
Yılların tecrübeli gazetecisi Ahmet Tolgay, dizide Kıbrıs Türk liderliği ile o büyük varoluş mücadelesinin silik gösterilmesi başta olmak üzere terörist Sampson'un bir Türk kızına âşık olmasını inanılmaz olarak niteledi..
Yıllarca Denktaş'ın danışmanlığını yapan hayli deneyimli gazeteci Sabahattin İsmail ise terörist Sampson'un Denktaş'ı kovalamasına ve ardından de kafasına silah dayamasına adeta isyan ederek "Bu dizi derhal yayından kalkmalı.. Denktaş gibi bir lider bu hale sokulamaz" dedi ve "Dönem dizisi yapıyorsanız tarihi gerçeklere sadık kalacaksınız. Dizi diye milli mücadele tarihimiz saptırılamaz, devlet kuran lider aşağılanamaz" diye haykırdı.
Ve sonunda, Denktaş'ın kızı Ender Denktaş, "Büyük saygısızlık yaptılar.
Gerçek tarihi hiçe saydılar" diyerek mahkemenin yolunu tuttuğunu açıkladı..
Varoluş mücadelesinin en önemli kuruluşu Türk Mukavemet Teşkilatı da dizinin gerçekleri yansıtmaktan çok uzak kaldığını yetkililere açıklamak durumunda kaldı.
"Nerede ise gerçeklerin hep tersi yazıldı" diyen pek büyük bir kesim, "Yapım şirketinin KKTC'deki kişi ve kuruluşlardan neden ciddi bir bilgi ve yardım almadığını" sordu..
Neticede hevesimiz kursağımızda kaldı..
Dünyaya haklı davamızı ve çektiklerimizi anlatabilecek bir diziye sahip olmayı umuyorduk. Heyecanı ve sevinci geçtik. Şimdi, Denktaş Ailesi diziyi mahkemeye veriyor. Denktaş gibi bir liderin başına bir Rum çapulcunun dizi bile olsa silah dayaması asla kabul edilemez.. O çapulcular değil Denktaş'a silah dayamak, yanına bile yaklaşamazlardı..
Şimdi KKTC ortak bir noktada.. Ülkenin tüm insanları, belki de uzun zaman sonra ilk defa ayni safta toplandı ve ayni fikirde birleşti..
"Bu dizi varoluş mücadelemizi yansıtmıyor!."
***
EROL KESKİN!..
"Sanatçısına bizim kadar vefasız millet az bulunur" diye düşündüm önce.. Sonra "Milletin günahı yok.. Asıl suçlu, asıl vefasız olan medya" dedim..
"Ne ekersen onu biçersin" demiş eskiler. Biz de ne yazarsak, söylersek, halk da onu biçiyor..
Erol Keskin bu ülkenin yetiştirdiği en büyük performans sanatçılarından biriydi.
1960 yılından beri izledim onu..
Yani 60 yıldır.. Tiyatroda, sinemada, ekranda.. Oyuncu, yönetmen, senarist, idareci olarak izledim. Sanat yaşamı boyunca almadık ödül bırakmadı.. Adı "Garanti belgesi" gibiydi. Bir oyunun programında "Erol Keskin" adı varsa, hatta Ankara'dan kalkar İstanbul'a gelirdim izlemeye.. "Erol'un oynadığı oyun iyidir" diyerek.. İnanarak..
Hiç de yanılmadım..
"Benim konservatuvarım Erol'dur. Her şeyi ondan öğrendim" diyen eşi Suna Keskin de müthiş oyuncuydu. Hele ikisi birlikte oynadıklarında tadından yenmezdi..
Büyük Erol'un ne oynarken hakkını verebildik, ne de ölümünde hak ettiği vefayı gösterdik..
Böyle medyaya, bu kadar!.
***
FATİH'İN FEDAİSİ...
Fatih Terim özel yazarı olduğuna nerdeyse inanacağım Mehmet Özcan kardeşim dün "Belhanda ve Gedson'un vedası sonunda oluşan boşluk için aranan isim" başlıklı haber yazmış, hem de manşet.. Hâlâ ve hâlâ Belhanda yazıyor bazıları ısrarla ve inatla.. "Başkan onu Fatih'in onayını almadan kovunca şampiyonluk gitti" algısını yaratma inadı sürüyor.. Ya da "Terimcilik.." Kendi Bodrum'da ve güya susuyor.. Yerseniz!.
Neyse.. Şaka bir yana..
Aman Mehmet.. Bırak Belhanda'nın yeri boş kalsın daha iyi..
Galatasaray o ruhsuzlar kralı Belhanda ile on kişi oynamıyor, onu adam sanıp atılan pasların anında rakibe gittiğini düşünürsen, bir de 12 kişiye karşı oynuyordu.
O Belhanda veda etmedi, kovuldu Mehmet..
Sahada gezdiği bir maçtan sonra, Başkan'a ve yönetime saldırdığı, suçladığı ve aşağıladığı için kovuldu..
Senin başka türlü yazman gerçeği değiştirmez..
Ama sen Terimciliğe devam et. Baksana yeni başkan adayları Fatih Terim'i yıkama, yağlama yarışına girdiler. Kim en çok yağlarsa o kazanacak..
Yani senin Fatih gene, kulübün yasal ve de maaşlı memuru olarak Galatasaray Başkanı'na "İçimizdeki düşman" diyen Fatih, fiilen, Başkan'ın üzerinde Galatasaray'ı yönetmeye devam edecek.
Galatasaray Kongresi bu zillete razı oldukça, Fatih'in de, senin de işiniz iş.. Bakma benim yazdıklarıma..
"Varak-ı mihri vefayı kim okur, kim dinler" demiş, Fuzuli adamın biri..
***
AYRINTI!..
"Mükemmellik ayrıntıda gizlidir" demiş eskiler.. Örneğini Beşiktaş- Antalya maçı naklen yayını üzerine yazan Yüksel Aytuğ kardeşim vermiş..
"Bu arada final maçının yorumcusu sevgili Erman Toroğlu'na özel bir tebrik. Yorumlarında hep yazıp söylerdi, 'Kaleciler havlularını kale ağlarına asmasın, rakibe hedef gösteriyorlar' diye... Beşiktaş'ın ikinci golünde aynen öyle oldu. Rosier çaprazdan o havluyu hedef aldı ve rakip kaleci Boffin'in kale içine astığı havluyu tam ortasından vurup golü attı.
İşte Erman Toroğlu farkı..."
O maçın heyecan dolu havası içinde o şutun gidip ağlara asılı havluya vurduğuna ve düşürdüğüne kaç kişi dikkat etti, aranızda..
Ekrana "Televizyon Yazarı" olarak bakmanın farkı da bu!.
***
TEBESSÜM
Benim gibi üç tel saçı olan adam berbere girmiş.. "Saçımı tarar mısın" demiş.. "Lütfen yandan ayır.."
Berber tarağı ilk vuruşta tellerin birini koparmış. Adam "Ortadan ayır o zaman" demiş.. Berber tarağı dokundururken ikinci teli de koparınca özür dilemiş.
Adam "Aldırma" demiş. "Bırak dağınık kalsın!."
(Gülümsediniz değil mi?. O zaman 'Sevdiğim Laflar'ı, Mark Twain'i de okuyun lütfen..)
***
SEVDİĞİM LAFLAR
"Mizahın gizli kaynağı neşe değil, hüzündür. Cennette mizah yoktur." Mark Twain