"En büyük hayalim, Ankara'da basılan bir gazetenin, Türkiye'den Uygurlara kadar tüm Türkler tarafından okunup anlaşılmasıdır.
Mustafa Kemal Atatürk"
Gazeteciler Günü dolayısıyla yazmıştım, Mustafa Kemal'in 1933'te söylediklerini.. Sevgili Venüs, Viyana'dan bana yolladığı kutlamaya eklemişti.
Bugünlerde bana bir şeyler oldu.
Neyi, kimi düşünsem, bir yerde karşıma çıkıyor..
New York Times okuyorum ya, günlük.. Çocuklar her sabah gazeteden getiriyorlar.
Bir aksama olmuş herhalde. Pazartesinin gazetesi Perşembe sabahı geldi..
"Opinion/ Görüşler" sayfasında manşet ve nerdeyse tam sayfa..
"Genosid beni Uygur köklerime döndürdü."
Amelia Pang adlı Uygur kökenli bir gazeteci yazmış.. Alt başlığı şöyle:
"Çin'de bir Uygur ailesi, hayatta kalabilmek için Çinli olmak zorunda.."
"Aslında bu yazıyı, bu ülkenin en hızlı Çincisi, Sevgili Dostum Doğu (Perinçek) okumalı" dedim önce.. Sonra düşündüm.. "Herkes okumalı aslında.. Hele bize kafa tutan Amerika ve Avrupa'ya karşı yüzümüzü Doğu'ya döndüğümüz, İpek Yolu'nu hem kara hem demiryolu olarak yeniden açtığımız, Kars'tan Çin'e 12 günde giden ilk trenimizi uğurladığımız günlerde, herkes okumalı.." Çin politikamıza katılıyorum. Dış politika, ülke menfaatlerini öne alır.. Doğu politikamızla, yani Çin ve Rusya ilişkilerimizin gelişmesi üzerine, Amerikaların, Almanya, İngiltere ve Fransaların bize karşı o küstah tavırlarını nasıl değiştirdiklerini gördük..
Akıllarını başlarına almak zorunda kaldılar.
Bu yüzden "Körü körüne boyun eğmiş değil, başını dik tutan akıllı politika"yı benimserim ben.. Ama bu dış politikayı güderken, bazı şeyleri bilmek gerek..
Amelia Pang'ın yazısını özetlemem bu yüzden.
***
Kendimi gerçek bir Uygur olarak ilk defa 3 yıl önce hissettim. O gün, şimdi sosyal medya sayesinde çok ünlenen fotoğrafı gördüm.
Koyu lacivert elbiseler içinde yüzlerce Türk, Çin'in güya özerk Uygur/ Sincan Eyaleti'nin Hotan kentindeki bir konsantrasyon kampında oturuyorlardı.
Bu mahkûmların umutsuz yüzlerine yakından baktım. Çekik değil, yuvarlak gözleri, çıkık yanak kemikleri ve kartal burunları vardı.. Tıpkı benimkiler gibi..
Bu resim beni, çok rahatsız eden gerçeğimle yüzleşmeye zorladı.
Her ne kadar tüm hayatımı Amerika Birleşik Devletleri'nde geçirmiş olsam da, Çin'in o müthiş asimilasyon politikası hâlâ gelip beni buluyor çünkü..
Kökenimin Uygur olduğunu biliyorum, ama ailem Çinli.. Hiçbiri Uygurca konuşmuyor. Bugün benim gibi Çin'den kaçma imkânı bulan Uygurlarla ancak Çince konuşup anlaşabilmemiz bu yüzden.
Hiçbir Uygur bayramını kutlamıyoruz. Ailem, onlarca yıldır süren "Çin'de bir tek devlet, tek halk vardır" ilkesinin yarattığı asimilasyon politikasının kurbanları.
1949 yılından beri Çin Komünist Partisi, Uygur kimliği ve kültürünü yok etmeye başladı. Bir yandan mali baskılar yapıldı. Uygur gençleri Çinlilerle evlenmeye zorladılar. Uygur ve Han Çinlisi, ırklararası aileler kurulmaya başladı. Okullarda Uygurca yasaklandı. Irkçılık başladı. Türk azınlık, Çin'deki en ağır işsizlik oranına yükseldi.
İşçi arayanların kapılarına "Uygurlar başvurmasın" yazıları konur oldu. Taksiler Uygurları almıyor, oteller Uygurlara oda vermiyorlardı.
Bir Uygur ailesi, yaşayabilmek için Çinli olmaya mecburdu artık. Uygur olmak ölüm kalım meselesi haline geldi. Uygur çiftlerin çocuk yapmasına engeller kondu. Hamile kadınlar kürtaja zorlandılar. Uygur ailelerinde doğum bu önlemlerle yüzde 84 oranında azaldı. 2020'de Uygur doğum oranı yüzde 0 olarak planlandı. Milyonlarca Uygur, konsantrasyon kamplarında toplandı. Bu kampların pek çoğunda Müslüman Uygurlar, Amerikan halkının tükettiği Çin mallarını üretmeye başladılar. Kovid-19 maskeleri, Bebek pijamaları, insan saçından peruklar gibi. Bu kamplarda 3 milyona yakın Uygur ve diğer Türk azınlıkların toplandığı söyleniyor. Şu anda benim pek çok safkan Uygur akrabam hâlâ Sincan'da..
Onların izini bulmak için bir "Uygur Hakları Gurubu"na başvurdum. "Sakın ha" dediler. "Yurt dışından biri ile temas, Uygurların bu kamplara atılmasına yeten 48 suçtan biri. Alkol almak, küfür etmek gibi.. Hâlâ kampta değilse, sen ararsan, mutlak giderler."
***
300 GÜN.. 300 FOTOĞRAF!.
Sevgili Zeynep Özyılmazel'den gene çok hoş bir yazı geldi.. Ben iki defa okudum. Bu sabah sizlerle beraber bir daha okuyacağım.. Pandemi üzerine okuduklarımın en güzellerinden biri çünkü..
***
Pandemi dolayısıyla eve kapandığımız ilk gün olan 16 Mart'ı 1'inci gün kabul etmiş ve her sabah uyandığımda yataktan çıkmadan önce bir fotoğrafımı çekmeye başlamıştım.
Çünkü o ilk günden itibaren bir değişim başlamıştı bende. Hayata, insanlara, ilişkilerime daha farklı bakıyordum. Tabii kendimle olan ilişkime de. Alışkanlıklarım değişiyordu ve ben bundan gittikçe daha çok keyif alıyordum.
Gün geçtikçe sanki biraz daha hafifliyordum.
"O halde 1'inci gün benim değişimimin başladığı gün olsun" dedim ve hiç durmadan devam eden değişimimi belgeliyormuş hissiyle, her artan sayıda garip bir gurur da duyarak bugüne kadar geldim.
..Ve bugün 300. fotoğrafımı çektim...
Hayatın sırrını çözmüş, her şeyi bilen bir noktadan akıl verecek değilim elbette kimseye.
Ama günlerimi nasıl geçirdiğimi, nasıl formüller ürettiğimi, bana neyin iyi geldiğini paylaşırsam belki ben de iyi gelirim birilerine diye düşünüyorum... Kim bilir?
Belki ilk günlerde değil ama, bir süre sonra bu süreci kabul etmekle başladım işe. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı ve anlaşılan "Yeni normal" diye bir şey de yoktu, çünkü tüm dünyada değişim başlamıştı ve ara vermeden de devam edecekti. (Bunu olumsuz bir şey olarak söylemediğimi belirtmek isterim.) Yani bugünkü şartları kabul ettim ama kabul ettiğim şeyin de değişeceğini kabul ettim. Yani başka bir deyişle, kabul ettiğim şey aslında değişimin kendisi oldu.
Dolayısıyla ve de en kısa yoldan, bana iyi gelen şeylere odaklandım. Rutinler oluşturdum.
Sahip olamadığım, yapamadığım şeyler için yakınmayı bıraktım. Bedenime iyi baktım. Sağlam kafa gerçekten sağlam vücutta bulunuyor çünkü.
Merak ettim. Ruhumu karartmadan gündemi takip ettim. Değişimi anlamaya çalıştım.
Uyum sağlama yolları bulmaya çabaladım.
Sanatı hayatımın merkezine koydum.
Kendimi iyi hissetmediğimde sevdiğim şarkıları dinledim, fotoğraf çektim, yazılar yazdım, yazılanları okudum, yüzlerce şiir okudum, sanatla ilgili sosyal medya hesaplarını takip ettim. Sanatta kendimi buldum.
Bol bol hayal ettim. Neler yapmak istediğimi hayal ettim, nasıl bir Zeynep olmak istediğimi hayal ettim, nasıl bir dünya istediğimi hayal ettim... Ettim de ettim...
Hayallerime hiçbir sınır koymadım ama uzun vadeli planlar da yapmamaya gayret ettim. Anda olmaya çalıştım. Şu anda yazı yazıyorum mesela, birazdan Zoom üzerinden çok değerli bir insanın konuşmasına katılacağım, akşama da kendimle randevum var. Yaptığım en uzun vadeli program budur yani.
Peki insan kendisiyle nasıl mı randevulaşır?
Hem de nasıl randevulaşır!
Bu akşam sevdiğim bir yemeği hazırlayıp, yanına şarabımı açıp, ne zamandır seyretmek istediğim o filmi seyredeceğim. Bayağı da heyecanla bekliyorum yani akşam olmasını.
Bundan iyi randevu mu olur?
Sözün özü, gelecekle ilgili ne hayal ediyorsam, o hayallerim gerçekleştiğinde nasıl bir Zeynep olacağımı düşünüyorsam, bugün o Zeynep oluyorum.
İşte benim yöntemim budur.
Müzik önerisi: My Way - Frank Sinatra
***
NADAL VE...
Eurosport'tan bir minik enstantaneyi nakletmiştim size dün..
"Karşıdan sert bir vuruş geliyor, çizgi arkasında bekleyen Nadal'a.. Ayni sertlikte çeviriyor ve nerdeyse 90 kilometre hızla gelen top, hakem kulesinin dibinde ayakta bekleyen o minik, en fazla on yaşındaki kızın yüzüne çarpıyor. Zıplıyor yerinden, sonra hemen görev yerinde dimdik duruyor gene.. Nadal durumu görünce kıza koşuyor. Sarılırken yakın çekime giriyoruz.
O tatlı yanak kıpkırmızı olmuş..
Nadal'ın o yanağı öpmesi yavaş çekim.." demiş ve eklemiştim..
"Ara sıra takılın Eurosport'a..
Rastlarsınız mutlak!." Kardeşim Kemal Ankara'dan aradı erkenden..
"O sahneyi asıl, en ufak temasta korkunç bir çığlıkla kendilerini yere atan, üç tur dönüp kıvranmaya başlayan bizim kazık kadar sahtekâr futbolcular izlemeli" dedi.
"Onlarda utanma yok ama, hiç değilse yüzleri kızarır belki, minik kızın kıpkırmızı yüzüne bakarken.."
***
SAFİYE VE NAZIM!.
Safiye Ayla'nın ölüm yıldönümüydü, 14 Ocak.. 1998'de 90 yaşında ölmüştü, Atamızın çok sevdiği büyük sanatçı. Cumhuriyet'te Emel Seçen öyle güzel anlatmış ki, Safiye'yi.. Beni anılarıma döndürdü. Bandırma anılarına.. Radyoda konseri olduğu zaman, ailecek toplanırdık salonda.. Hele "Yanık Ömer"i söyledi mi, nasıl duygulanır, nasıl coşardık.
Sonra Ankara'da tanıştım. Canlı konserlerini izledim.. Bu defa "Çile Bülbülüm" olmuştu en popüler şarkısı.. Ordaki "Çile" haykırışını tek nefeste en uzun söyleyen şarkıcı olarak bilinirdi.. "36 saniye sürüyor" derlerdi. Ben bir eski taş plağını dinlerken saat tuttum. 16 saniyeydi. Emel Sayın baş şarkısı yapınca Bülbül'ü, onun kaydına da saat tuttum. 26 saniye..
*
15 Ocak da Nâzım'ın doğum günü.. 1902!..
Onu da Zeynep Oral yazmış.. Her 15 Ocak'ta Sarıyer Belediyesi organize eder, Nâzım'ın Karadeniz'e kaçtığı sahilden Boğaz'a karanfiller atar ve akıntının onları uzaklaştırmasını seyrederlermiş.
Zeynep'in yakın arkadaşı dünyaca ünlü şarkıcı Joan Baez de gelmiş bu törenlerin birine, müthiş bir Nâzım hayranı olduğu için.
Karanfilleri, Boğaz'a atmışlar. Çiçeklerden biri kıyıda bir taşa takılmış, açılamamış. Joan Baez üzülerek işaret etmiş.. Zeynep "O hangi şiir biliyor musun" demiş ve okumuş..
"Çok yorgunum Beni bekleme kaptan Seyir defterini başkası yazsın Kubbeli, çınarlı mavi bir liman Beni o limana çıkaramazsın" Zeynep haklı.. Taşa takılıp duran Nâzım'ın karanfili, açılırsa bir daha o limana dönemeyeceğini biliyor, değil mi?
***
SEVDİĞİM LAFLAR
"Elinize bir kürek alın. Ormanın derinliklerinde ya da kimsenin uğramadığı çorak kırsalda bir küçük ve derin çukur açın. Cep telefonunuzu gömün ve kendinize yeni bir hobi bulun." Nick Offerman (Komedyen)
TEBESSÜM
"Dürüstlük baş hedefimizdir" diye açtı toplantıyı Holding Patronu.. "Şimdi, ikinci hedefimizi konuşacağız."