21 Ekim sevgili Ahmet'in, kardeş kadar yakın kuzenim Ahmet Taner Kışlalı'nın 21'inci ölüm yıldönümüydü. Bu hafta sonunu, doğumdan başlayarak, ilkokulu ve Mülkiye'yi birlikte okuduğumuz, birlikte gazeteciliğe başladığımız yıllarımızı acı tatlı anılarla beraber yaşadığımız Sevgili Ahmet'e ayırdım.
Ahmet kahpece öldürüldüğünde, kızı Nilhan henüz 21 günlüktü.. Onu aradım. "Hiç görmediğin babanı yazar mısın bana" dedim..
Yazdı Nilhan... "Görmediğim Babam Ahmet!.."
Sunay Akın, benim yol arkadaşım, can kardeşim Sunay, bir şovunda, Ahmet'i anlatmıştı. "Sunay'dan Ahmet" diye onu özetledim..
..Ve işte asıl benim için sürpriz.. İlk defa gördüm duydum, okudum..
1994'te vurmuşlardı ya beni.. Benim hastanede baygın yattığım saatlerde Ahmet, o sıralar köşe yazdığı Cumhuriyet'te beni yazmış meğer.. O har gür içinde ne ben okudum, ne okuyan biri haber verdi..
Doktor Erdoğan, taa Frankfurt'larda bulmuş, artık nerden, nasıl bulmuşsa.. Bana yolladı perşembe gecesi..
Okudum ağladım.. Ağladım okudum.. Ve onu da "Ahmet Sayfası'na" koydum..
"Hayatımın Onur Madalyası Ahmet'ten" diye..
Seni özledim Ahmet.. 21 senedir özledim.. Az kaldı..
*
Görmediğim babam "Ahmet"!..
Ben kendimi bildim bileli babamı dinliyorum. Kendimi bildim bileli babamı öğreniyorum.
Ailesinden, arkadaşlarından, onu "Ahmet" yapanlardan ve babamın hayatlarına dokunduğu insanlardan babamı "tanımaya" çalışıyorum.
Babam benim için sabah kalkınca çizgi film izleyen, gazete yazıları yazarken arada Amiral Battı oynayan çocuk ruhlu bir adam. Karıncayı bile incitmeyen, her şeyden önce iyi bir insan.
Mehmet Ali amcam bir keresinde göz yaşlarını tutamayarak, "Hepimizin kötü huyları oldu. Ama Ahmet'in kötü denilebilecek hiç bir yanını anımsayamıyorum. O çok iyiydi... En iyimiz" demişti.
Babam hiç kalp kırmamıştı. Çok okumuştu, çok gezmişti. Kaldığı yer hep bir parka yakın olsun, yürüyüşe çıkabilsin isterdi. Yemekten sonra tatlısını es geçmez, hatta çok beğendiği tatlıları bitmesin diye saklardı. Gençliğini dolu dolu yaşamıştı.
Babam 21 yıl sonra bile özlemle, unutulmayarak anılan, iz bırakan biriydi.
Kiminin "Ahmet'i", kiminin "Ahmet ağabeyi", kiminin "Ahmet hocası."
Bir de babamın "Taner Kışlalı" yanı vardı. Türkiye'nin yetiştirdiği sayılı aydınlardan biriydi. Hem gazeteci, hem yazar, hem bakan, hem profesör.
Derste daima saatini çıkarırdı, istemsizce de olsa saatine bakmak istemezdi. Konuşmalarında gözü hep gençleri arardı, onlardan katılım beklerdi. Meclis'te asla söz kesmez, tüm konuşmacıları dinler, saygısından hiç ödün vermezdi.
Ben hep "Babamı çok iyi tanıyorum" diye düşünürdüm. Bunca yıldır insanlardan dinlediğim hikayeleri, anıları bir yazboz gibi canlandırdım aklımda. Her dinlediğim hikayeyle, sözle ve her okuduğum yazısıyla parçaları birleştirdim kafamda.
21 yaşına geldiğimde parçaların çoğu yerli yerine oturmuştu. Resim çıkmıştı ortaya ama bir şey eksikti.
Resim siyah beyaz, renksiz bir kara kalem tablo gibiydi. Hani çok sevdiğiniz bir roman dizisi olur, başrolü kafanızda canlandırırsınız ya, işte öyle.
Benim tablomda renk eksikti.
İşte bu "rengi" geçen ay kuzenim ekledi. Tayfun bir sabah kapımızı çaldı. "Bizde kalan kasetlerinizi dijitalleşirdim, izleyebilirsiniz" dedi. Kasetlerin arasında benim doğum videom da vardı. Video uzundu... bir buçuk saat. Karşımıza ne çıkacağını bilmeden oturduk karşısına. Ve işte ordaydı...
Babam! Ben 21 yıl hep röportajlarını, söyleşilerini dinleyebilmiştim babamın. Hiç aile ortamında görmemiştim onu. Dinlemiştim sadece. Ve bu kasette gördüm ilk kez kanlı canlı nasıl olduğunu. Nasıl espriler yaptığını, nasıl içten, sıcak olduğunu.
"Bir" anlattılarsa bana belki yıllarca, aslında "on" olduğunu.
Kendine has yumuşak bir ses tonu ve daima saygılı tavırlarına bu kez gözlerimle şahit olmuştum. Orada anladım işte, dinlemek başka, görmek başkaydı.
Birden kuzeni Hıncal amcamın, en yakın arkadaşı Hayran Çelem'in ve diğer herkesin teker teker benimle paylaştıkları anıları düşündüm. Tüm anıları daha net canlandırabildim kafamda. Artık okuduklarımdan ve dinlediklerimden yarattığım masal kahramanı değildi babam. Tablom renklenmişti.
İşte ben böyle tanıdım görmediğim babamı.. Her zaman eksiklerin kalacağı tablomu böyle çizdim. Ama yine diyorum, belki de çoğu insandan daha iyi tanıyorum babamı. Çünkü babam, kiminin "Ahmet'i", kiminin "Ahmet ağabeyi" kiminin "Ahmet hocası"ydı. Benim içinse ne baba ne Ahmet Taner Kışlalı yalnızca.
Benim Ahmet'imde hepsi var.
Artık tablom rengarenk.
*
Sunay Akın'ın diliyle, Ahmet!..
Yüzyıllar önce Çin İmparatoru Li Yu, aşık olduğu cariyeyi çağırır dans etmesi için. Cariyenin üstüne çıkıp dans ettiği lotus çiçeği şeklindeki platformu saf altından yaptırmıştır.
Ölesiye aşıktır genç kıza, dans etmeden önce ayaklarını ipek bir bezle sıkıca sarmasını ister.
Çin İmparatoru öylesine beğenir ki dansı, ülkedeki tüm soylu kadınlardan, ayaklarını aynı şekilde sarmalarını emreder.
Bir dans pistinden doğan Çin'deki ayak bağlama geleneği, günümüzdeki bale pabuçlarının da öncüsü olur. Bu pabuçların bu sanatta kullanımı ise 19. yüzyılda sanatçı Maria Taglioni'ye kadar uzanır.
Ülkemize bale sanatı, kurumsal olarak Cumhuriyet dönemiyle birlikte gelmiştir. İlk bale okulu, 1948 yılında Yeşilköy'de eğitime başlamıştır..
***
Ziraat Bankası veznedarı Hüsnü Bey ile ilkokul öğretmeni Lütfiye Hanım'ın oğlu Ahmet, 10 Temmuz 1939'da Tokat'ın Zile ilçesinde dünyaya gelir.
İlkokula geldiğinde küçük Ahmet, annesinin, üstünün başının kirli, ayakkabılarının çamurlu olduğu, okula böyle gidilemeyeceği uyarılarına aldırmadan evden çıkar. İlkokul binasından içeri girdiğinde, sınıfa giderek arkadaşlarıyla birlikte öğretmenin derse girmesini bekler. Sınıfa giren öğretmen, öğrenciler ayaktayken Ahmet'e seslenir: "Ahmet, çabuk eve git ve üstünü başını düzeltip öyle gel!"
Ahmet çaresiz evin yolunu tutar..
Öğretmen, Ahmet'in annesidir!.
Öyküdeki Ahmet'i siz, AHMET TANER KIŞLALI olarak tanıyacaksınız.
Kışlalı, Kültür Bakanı olduğu yıllarda, birlikte büyüdüğü ve can dostu olan kuzeni Hıncal Uluç'tan, bir Rusya gezisi öncesi büyük bavulunu ister. Uluç, Amerika gidişlerinde doldurup getirdiği devasa bavulunu verir seve seve..
Devlet Opera ve Balesi, tahsis alamadığı için, bale ayakkabısı ithal edemez duruma düşmüştür. Temsiller durmak üzeredir.
Ahmet Taner Kışlalı, bir Kültür Bakanı olarak o bavula, bale perdelerinin açılması için şart olan pabuçlarını dolduracak ve bizzat kendi taşıyacaktır, memleketine..
Bir Kültür Bakanı'nın kollarında, ülkesinin sanatçıları için taşıdığı bir bavul dolusu BALE PABUÇLARI!
Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999'da soğuk bir sabah eşi ve 29 günlük bebeği üşümesinler diye, arabayı ısıtmak için evden önden çıkacak, eşine: "Siz 3-5 dakika sonra gelin!" dedikten sonra, arabasında patlayan bombayla can verecektir.
*
Ahmet'ten bana, Şeref Madalyası!..
"Hıncal, düşündüğünü yazabildiği için mutlu. Yazmadan yaşayamayacak, yaşadıkça yazmadan vazgeçemeyecek kadar tutkulu.
Hıncal için "Düşünüyorum, öyleyse varım" sözü pek geçerli değil. O, yazdığı için var. Ve var olduğu için de yazıyor.
***
Hıncal, en eski ve uzun arkadaşım. Yakın akrabam, ama akrabadan da öte.***
Hıncal Uluç sıradışı bir insandır.
Spor sever, müzik sever, tiyatro sever, okumayı sever, sinemayı sever, insanları sever, yaşamı sever..
Sevgisinde de kızgınlığında da kendini dengelemeye çalışmaz. Severken de doya doya sever, kızarken de doya doya kızar.
Trafik kurallarına saygılıdır. Ama aşırı kuralcılıktan da hoşlanmaz. Hıncal Uluç'u bir kalıba sokamazsınız.
Kurşunlar kimi değiştirmişti ki, Hıncal'ı değiştirsin!
Hıncal'lar değişmemeli, Hıncal'lar çoğalmalı..
Çünkü yaşam Hıncal'larla daha renkli!"
Ahmet Taner Kışlalı
*
Sevdiğim Laflar
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızadaki hatıra, ya hayaldeki ümittir. Hüsranı ise tek yerde kabul ediyorum. Yaşama imkanı varken, yaşamamış olmakta."
Çetin Altan (Teşekkürler Doktor.)