(Üstat Sabahattin Ali'nin en ünlü kısa öykülerinden Hanende Melek'in ilk bölümünü dün yayınlamıştım.
Bugün devamı ve sonu..)
***
Kahvenin kapısı aralanarak içeri sekiz on yaşlarında bir kız başı uzandı. Kıvırcık saçları ıslak bir pösteki gibi ensesine yapışmıştı. Gözleriyle, şaşkın ve kararsız, etrafı süzdükten sonra oralarda dolaşan Hamdi'yi çağırdı, bir şeyler söyledi.
Hamdi, tek tük evlerine yollanmaya başlayan müşterilerin arasından sıyrılarak Hüseyin Avni'nin yanına geldi ve kara gözlüklerini düzeltmeye çalışan ihtiyara:
-Beybaba! Senin küçük kız gelmiş, evden istiyorlarmış!- dedi.
Sarhoşun yağlı yüzünün gerildiği ve seyrek sakallarının dimdik olduğu görüldü. Bir kedi gibi yerinden fırlayarak:
-Defolsun, beni burada bari rahat bıraksınlar!- diye homurdandı ve yumruğunu kapıya doğru uzattı.
Aralık kapı hemen kapandı, Hüseyin Avni tekrar iskemlesine çöktü.
Kahve adamakıllı tenhalaşmıştı. Kalanlar başladıkları partiyi herhalde bitirmek isteyen birkaç tiryaki oyuncudan ibaretti.
Biraz sonra saz da bitti. Ud torbaya, keman kutuya kondu. Udi, hiç konuşmayan ve etrafına bakınmayan bir ihtiyar, önündeki çay fincanını son bir defa diktikten sonra kahveciden gündeliğini alıp gitti. Kemancı, Hüseyin Avni'nin yanına gelerek:
-Nasılsın beybaba!- dedi, başıyla da: -Ne idelim, bir türlü olmuyor işte!- der gibi bir işaret yaptı.
Sarhoş ihtiyar:
- E... Bu ne kadar sürecek ya? Bizde hal kaldı mı ya?- diye mırıldandı.
Melek patrondan parasını almış, kendisini hana kadar götürecek garsonun hazırlanmasını bekliyordu. Astragan taklidi eski bir mantonun içinde vücudu titriyor gibiydi. Siyah dekolte iskarpinleri çamurlanmış ve silinmemişti.
Hüseyin Avni yerinden fırladı. Genç kadına doğru yürüyerek onun koluna yapıştı:
- Ben götüreyim seni, ruhum!- dedi.
Melek vücudunun sıcak bir köşesine ıslak bir el dokunmuş gibi ürperdi.
- Teşekkür ederim... Hacet yok!- diye mırıldandı.
- Hacet yok olur mu ya? Bize de bu kadar cevretmek reva mı ya? İnsanda tahammül bırakmıyorsun vallahi!-
Bu sözlerle beraber kadının zayıf kolunu daha çok sıktı. Melek hızla silkindi. Muvazenesini kaybeden davavekili dizlerinin üstüne düşerek alnını iskemlelerden birine vurdu.
Kalktığı zaman, sağ kaşının üst tarafında kırmızı bir şiş görünüyordu.
Bir eliyle gözlüğünü düzelterek:
-Ne demek istiyorsun yani?- dedi, sesi hırıltı gibi çıkıyordu.
Başını kemancıya çevirerek:
-Ulan!- dedi, -Nedir bu yaptığınız? Bu cilve biraz uzun kaçıyor!-
Kemancı kahve ocağı tarafında kayboldu.
Hüseyin Avni tekrar Melek'in koluna sarılmak isteyerek, bir adım attı. Genç kadın korkak gözlerle etrafına bakınıyordu.
Kahvede oyun oynayanlar ayağa kalkmışlardı. Bir kısmı kasketini alıp gidiyor, bir kısmı ihtiyar avukatla Melek'in etrafına toplanıyordu.
Esrar çeken kasaplar başlarını birbirlerine yaklaştırmışlar; susuyorlardı.
Tavandaki lüks lambaları parlayıp sönerek ömürlerinin azaldığını bildiriyorlardı.
Patron kemancının hesabını kesmiş, o da kalabalığa doğru sokulmuştu.
Hüseyin Avni etrafının farkında değildi. Genç kadının tekrar eline geçirdiği kolunu titrek parmaklarıyla sıkarak: -Sen geliyor musun şimdi?- dedi.
Melek kısaca:
-Hayır!- diye cevap verdi. Fakat ne yapacağını kestiremeyerek olduğu yerde kaldı ve sağa sola bakındı.
Bu anda, birdenbire sol yanağı üzerinde sarhoşun terli elini hissetti. Birisi saçlarını çeker gibi oldu ve müthiş bir acı duydu.
Başka birisi onu yakaladığı gibi birkaç adım öteye götürdü, bir iskemleye oturttu; bu, kendisini hana götürecek olan garsondu.
Kahveci ile iki çırağı birkaç adım ilerde, yere eski bir çul gibi yığılmış olan avukatı tekmeliyorlar, kafasına gözüne yumruk vuruyorlardı. Biraz sonra çıraklar çamurlara bulanan sarhoşu bacaklarından ve kollarından yakalayıp kahvenin önüne, yağmurun altına bıraktılar.
Melek birkaç dakika iskemlede ses çıkarmadan oturduktan sonra çırağa:
-Haydi gidelim!- dedi.
Dışarı çıktıkları zaman, kahvenin üç ayak taş merdiveninin dibinde Hüseyin Avni'nin hala yattığını ve yağmurdan iliklerine kadar ıslanan küçük kızının onu kaldırmak için şurasından burasından çekelediğini gördü. Onları birkaç adım geçtiler, kızcağız çıkanları fark etmemişti.
-Babacığım, ne olursun babacığım, hadi gidelim!- diye ağlıyordu.
Nezleli sesi, artık biraz hafiflemiş olan yağmurun şıpırtılarına karışıyordu.
Melek yanındaki garsona:
-Şu adamı kaldırıversene!- dedi.
Beraber geri döndüler. Küçük kız hala babasının etrafında dolaşıyor, hıçkırıklarla kesilen bir sesle, kendi kendine söylenir gibi, yalvarıyordu:
-Babacığım, hadi gidelim. Annem söz verdi, içtin diye kavga etmeyecek... Bir şey getirmedin diye de kavga etmeyecek... Hiç kavga etmeyecek...- Bir müddet susuyor, sanki cevap bekliyor, sonra:
-Hadi kalksana, ne olursun!- diye tekrar ağlamaya başlıyordu.
Yanına gelenlerin yüzüne baktı. O nezleli sesiyle, ehemmiyetsiz bir yardım ister gibi:
-Kaldırıversenize, ne olur?- dedi. -İki gündür eve uğramıyor, hepimiz açız. O gelmeyince annem büsbütün sinirlenip bizi dövüyor, gidin getirin diyor!-
Melek ve garson, Hüseyin Avni'nin kollarına yapıştılar. Sarhoş sızmıştı. Yerinden güç oynuyordu. Islak paltosu sıska vücudundan daha ağırdı. Ayaklarını yerde sürüyerek birkaç adım götürdüler. Biraz gevşek bırakınca olduğu yere çöküyordu. Hiçbir şey söylemeden onu sürüklemeye devam ettiler. Küçük kız önlerine düşmüş, yol gösteriyordu.
Zifiri karanlık sokaklarda Melek dizlerine kadar çamura battığını hissetti. Her adımda bir çukur vardı. Epeyce uzun bir müddet yürüdükten sonra alçak bir bahçe duvarının önünde durdular. Kız alışkın bir elle iki kanatlı kapının demir halkalarını bulup takırdattı. Biraz sonra içerde bir kapı gıcırdadı, çamurlu bahçede takunyalı ayakların sesi duyuldu, kapının bir kanadı açıldı ve elinde titrek ışıklı bir idare lambasıyla sıska bir kadın vücudu göründü.
Gözleri evvela lakayt bir bakışla sarhoşu, sonra büsbütün manasız bir ifade ile genç kadını süzdü. Küçük kızın nezleli sesine pek benzeyen boğuk bir sesle:
-Demek şimdiki de sensin ha?- dedi.
Melek hiçbir şey söylemedi. İki kadın bir müddet bakıştılar. Garson sarhoşu kapının iç tarafına, duvarın dibine bıraktı. Küçük kız kapının bir kenarında hala ağlıyor ve ara sıra burnunu çekiyordu.
Damların kenarından tek tük damlalar düşüyor ve boğuk sesler çıkararak sokağın çamurlarına gömülüyordu. Melek yavaşça elindeki çantayı açtı, içinden dört beş altın bilezikle bir çift küpe aldı. Kendisine hayretle bakan sıska kadına uzatarak:
-Alın bunları... Bunlar sizin galiba...- dedi. Sonra başını azıcık önüne eğerek:
-Bana bunları boşuna vermişti...- diye ilave etti.
Gitmek için döndü. Kapının kenarına dayanmış duran küçük kızı gördü. Kendini tutamayarak onu kolundan yakaladı ve çekti, sırsıklam saçlarından tuttuğu başını göğsüne bastırdı. Sonra eğildi, şaşkın şaşkın kendine bakan kızın yaşlardan ve yağmurdan ıslanmış yüzünü sıkı sıkı öptü.
Bir kabahat işliyormuş gibi çabuk ve sinirli hareketlerle çantasını tekrar açtı, biraz evvel aldığı bir buçuk lira yevmiye ile dünden kalan yirmi otuz kuruş parayı kızın avucuna sıkıştırdı.
Sonra hiç arkasına bakmadan, yanı başında sessizce yürüyen garsonla beraber, çamurlu yollardan geriye, kendisini bekleyen han odasına döndü.
1937
*
Pazar Neşesi
Temel, Devlet Demiryolları'na makasçı olmak üzere baş vurmuştu. Sınava aldılar ve sordular..
- Uzak bir istasyonda tek başınasın.. İki trenin karşı yönlerden, ayni rayda geldiklerini öğrendin. Ne yaparsın?.
- Düğmeye basar, makas değiştiririm.. Biri öbür raya geçer.
- Sistemde arıza var. Düğme çalışmıyor.
- Hemen koşar, elle çalışan makası kullanırım.
- Yıldırım düşmüş. O makas da çalışmıyor.
- Hemen telefonuma sarılır, bir evvelki makasçıyı ararım.
- Telefonda sinyal yok..
- İstasyona koşar, oradaki hatlı telefonu kullanırım.
- Hatlar kesik..
- O zaman hemen köy kahvesine koşar, arkadaşları toplar getiririm.
- O neye yarar ki?.
- Hiçbirisi hayatlarında çarpışan tren görmediler de..
*
Latin Sözleri
"Fidem qui perdit, nil pote ultra perdere."
"Güvenini kaybedenin kaybedecek bir şeyi kalmaz!
Publilius