Pazar günleri sizlere eski yazılarımı yeniden hatırlatmak, genç kuşaklara da ilk defa sunmak amacıyla tekrarlama düşüncemiz tuttu..
Geçen hafta tatil ekimize bakarken, benim iki kitap olan (Hıncal'ın Gördükleri) gezi anılarım aklıma geldi. Onları da sıraya alma kararı verdim. İşte bende en unutulmaz iz bırakanı..
19 Eylül 1992'de yazdığım Auschwitz!.
***
Bir soluk fotoğraf. İkinci Dünya Savaşı'nın artık o ezberlenen üniforması içinde bir Alman subayı var resmin ortasında. Karşısında sivil kıyafetli bir insan. Subayın eli yana doğru açılmış. Bir yanı gösteriyor.
Hepsi bu. Dikkate değer bir yanı yok. Başka koşullarda bakmazsınız bile.
Ama bilirseniz. Bir bilerek bakarsanız...
Rudolph Höss bu subay. Ünlü Auschwitz kampının komutanı.
Bulunduğu yer bir peron. Tren gelmiş. Karşısındaki, inenlerden biri. İnen Yahudilerden biri daha doğrusu.
Auschwitz'e gelen Yahudilerin yüzde doksanı, hiçbir kayda geçmeden anında gaz odalarına sokulup öldürülüyor, cesetleri fırınlarda yakılıyor. Yüzde onunun kampta kalma, yani yaşama şansı var. Kampın işçi ihtiyacına karşılık vermek üzere, güçlü kuvvetliler, bir de ihtiyaç duyulan mesleğe sahip olanlar yaşıyorlar. Höss'ün eli, ölüm ile kalımı işaret ediyor. Adamın suratına bakıyor, seçimini yapıyor... El sağa giderse yaşam, sola giderse ölüm.
İşte resim o an.
Yüz binlerce Yahudinin kaderini tayin eden o anı görüntülemiş bir kamera.
Baktım. Baktım. Resim beynime çakıldı, bir daha çıkmamacasına.
Katoviçe maçını izlemek için gitmiştim. Polonya'ya. Auschwitz, Katoviçe'nin hemen yanında. Bir günümüzü geçirdik orada.
Kampın girişinde bir laf yazılı duvarda:
"Tarihlerini iyi bilmeyenler, onu yeniden yaşamayı hak ederler."
İnsanlığın Auschwitz'i iyi bilmesi gerek.
O kadar çok kitap okumuş, o kadar çok film görmüştüm ki, belgeseli ile, draması, sinema filmi ile.
Hepsi hikaye...
İnsan kendini o kampın ortasında bulunca bambaşka hissediyor her şeyi.
Auschwitz, insan aklının alamayacağı kadar ötede bir olay.
Facia...Katliam...Trajedi...
Bunlar, olup bitenleri anlatmaktan çok uzak sözcükler.
Rezillik, iğrençlik, kasaplık, gaddarlık da öyle.
Auschwitz'i anlatacak kelime sözlüklerde yok.
Avrupa'nın dört bir yanından toplanan Yahudiler, trenlerle buraya getiriliyorlar. Tren dediğimiz yük vagonu. Kapıları kapalı. Diyelim, Paris'ten Auschwitz'e kadar açılmıyor. Yiyecek verilmiyor. İçecek verilmiyor, tuvalet ihtiyacı için ne yer var, ne kap. Ve insanlar orada üst üsteler. Pek çoğu daha yolda ölüyor ve kalanlar, cesetlerle kucak kucağa seyahatin sonunu bekliyorlar. Auschwitz'e varıldığında, kapılar açılıyor. Gördükleri manzara cennet. Kenarda bir orkestra karşılama müziği çalıyor. Mozart. Wagner. Etraf çiçek kümeleri ile dolu. Bir yığın
Kızıl Haç işareti var.
Gayet yumuşak tonlu bir subay, onlara,"Artık sıkıntılı günleriniz bitti. Yepyeni bir hayat için buraya geldiniz. Şimdi önce pisliklerinizden temizlenin ki yeni evlerinize temiz taşının. Herkes valizini numaralı yerlere bıraksın ve bu numaraları ezberlesin ki, banyodan çıkınca onları kolay bulsun. Elbiseleriniz gene numaralı askılara asılacak," diyor.
"Hoş geldiniz," diyor. Günlerden beri havasız ve pislik içinde yaşayan insanlar, banyo lafını duyunca, çılgınlar gibi soyunup sıraya sokuluyor. Aşağılık katliam öyle mükemmel planlanmış ki...
Çırılçıplak kalan insanlar gruplar halinde banyo sandıkları odalara alınıyorlar. İçerde Alman askerleri de var. Bu yüzden hâlâ kimsenin aklına kötü bir şey gelmiyor. Sonra bir işaret. Alman askerleri aniden dışarı fırlıyorlar. Kapılar dışardan kapatılıyor ve tepedeki deliklerden aşağı, çakıl taşı büyüklüğünde siyanid parçaları dökülüyor. Katı haldeki siyanid 25 derecenin üstünde buhar çıkarmaya başlıyor. Zehirli, soluyanı öldüren bir buhar bu. Siyanür gazı!.
Almanlar ısıtma malzemesi de kullanmıyorlar. Gaz odasının içine salamura gibi tıka basa doldurulan insanların vücut ısısı, odanın sıcaklığını yavaş yavaş 30 dereceye çıkarıyor ve insanlar kendi çıkardıkları ısı ile, ölüme gidiyorlar. 20 dakika sonra öte taraftaki kapılar açılıyor ve cesetler dekovillerle fırınlara taşınıyor.
Az sonra öte yandan yeni Yahudiler içeri alınıyor ve bu böyle devam edip gidiyor.
Peronda durdum uzun uzun. Bir milyondan fazla Yahudinin idam fermanının verildiği peronda. Oradan gaz odalarına doğru yürüdüm. Sonra fırınlara.
Okurken, filmlerde insana şaka gibi geliyor her şey. Ama orda gerçeğin içindesiniz. Bastığınız toprak parçası üzerinde kim bilir kaç kişi, umutla ya da umutsuzlukla bekledi. Kaç kişi kıvranarak öldü. Kaç kişi, gazda ölemediği için canlı canlı fırınlandı.
Yaşamın, barışın, insanlığın anlamını en iyi şekilde görebilmek için Auschwitzlere gitmek, onları iyi yaşamak gerek.
***
Auschwitz'te tren durmuş, Yahudiler iki gruba ayrılmışlar. Kalabalık grup gaz odasına gidecek. Küçük grup yaşayacak. Ama içlerinden hiçbiri ne olduğunun farkında değil. Barakalar, evler ayrılıyor sanıyorlar.
Küçük grupta biri 17, öteki 13 yaşında iki küçük kız kardeş var. 13 yaşında olan, kendisini anne ve babasından ayıracaklarını düşünüp devamlı ağlıyor. Abla etrafı dikkatle süzüyor ve hiçbir Alman'ın bakmadığını sandığı bir anda, kardeşini anne ve babasının bulunduğu büyük gruba itiveriyor.
Büyük grup 20 dakika sonra fırınlanırken, abla yaşıyor. 3 ay sonra savaş bitiyor. Kızıl Ordu tarafından kurtarılıyor, İsrail'e gidiyor.
Hâlâ hayatta. Geçen yıl Auschwitz'i ziyaret etmiş. Bize kampı gezdiren Dorothea adlı bir Polonyalı genç kadın. Tesadüf onunla dolaşmış, ömrünün en feci günlerini geçirdiği kampı.
"Hâlâ vicdan azabı çekiyor, hâlâ 'Kardeşimi kendi ellerimle öldürdüm' diye ağlıyordu durmadan," dedi Dorothea.
Korkunç bir his bu.
Tüm Almanları atlatıp, kardeşinize en büyük iyiliği yaptığınızı sanırken, bir gün, onu öldürdüğünüzü öğreniyorsunuz.
Siz ne hissedersiniz ki?
Nerdeyse küçük bir kent büyüklüğündeki Auschwitz'in her köşesinde böyle bir insanlık dramı var.
***
Şimdi yeniden yayınlamak için okurken gördüm ki, o yazı eksik kalmış.
O kampta kendimi mutlu hissettiğim bir yer var, aslında.. Kapının az ilerisindeki bir minik tepecik.. Dorothea "Üstüne çıkın.. Bütün kampı görürsünüz" dedi.
Savaş bitince, kampı ele geçiren Kızılordu, Komutan Rudolf Höss'ü orada asmış..
Yani binlerce Yahudi'yi gözünü kırpmadan ölüme götüren Nazi'nin o gözlerle gördüğü son şey, Auschwitz olmuş!.
Neler hissetmiştir acaba, ilmik boğazında o kampa bakarken..
***
Serpil Gogen/ Kitap
Bizim Bacı, "1000 Muhteşem Desen"den bir yazı daha çıkarmış.. Çıkarma sebebi önemli.. Çocuklarımız..
En iyisi kendisi anlatsın.
***
1000 Muhteşem Desen'i anlatırken, kitabın girişinden bir bölümü özellikle vurgulamak istedim. Sonra bu bölümü ayrı bir yazı yapmanın daha uygun olacağını düşündüm. Çünkü çok önemli ve genç anne babalar için eğiticiydi.
Victoria dönemi İngiltere'sinin, yani 19.Yüzyıl'ın çok ünlü ve çok yönlü sanat eleştirmeni
John Ruskin'in Çizimin Öğeleri (The Elements of Drawing) adlı eserinin önsözünde bakın sizlere ne diyor, Anne ve Babalar?.
"Çocukların sadece gönüllü olarak yaptıkları sanat uygulamalarına katılma konusunda teşvik edilmeleri gereğini düşünüyorum. Resim konusunda yetenekli olan bir çocuk, bulabildiği her tür kağıt üzerine karalama yapmaya devam edecektir. Bu konuda özgür iradesiyle karalama yapmasına izin verilmeli, her gerçek ve özenli çabası takdir edilmelidir.
Kendi istediği andan itibaren çocuğun ucuz boyalarla meşgul olmasına fırsat verilmelidir. Eğer, tek yaptığı kağıdın üzerine şekilsiz lekeler oluşturmaksa, boya kutusunu elinden alıp biraz daha büyümesini bekleyebilirsiniz.
Ancak, askerlerin üzerine kırmızı ceketler ya da gemilerin üzerine çizgili bayraklar yapmaya başlar başlamaz, boyaları istediği gibi kullanabilmeli ve konu sınırlandırması getirilmeden, ebeveynleri tarafından kuşlar, kelebekler, çiçekler, meyvalar gibi görüp beğendiği şeyleri içeren çocuksu bir uslupla resim yapmaya teşvik edilmelidir.
Çocuğun her zaman ulaşabileceği sınırlı sayıda iyi ve eğlenceli desen örnekleri olmalıdır.
Neredeyse her çocuğun içinde güzel gravürleri olan bir masal kitabı vardır ve en beğendiği örnekleri kopyalamasına izin verilmelidir.
Bir çocuğun çok oyuncağı varsa, onlardan bıkıp onları kırmaya başlayacaktır. Bir çocuğun çok fazla resmi varsa, tek yaptığı oyalanıp karalama olacaktır..... Resimlemenin oldukça maliyetsiz olduğu şu günlerde, asıl tehlike gereğinden az değil, gereğinden çok fazla şeye sahip olmakta gizlidir."
***
Şimdi benim Bacıya bir siparişim var.
Sen ailenin sanat uzmanısın. Lafta değil, işte de. Bir sanat atölyen var, dersler verdiğin.. Bir de ailemizin sevgilisi, birlikte resim yaptığın torunun..
Yani büyüklerle de çalışıyorsun, küçüklerle de..
John Ruskin'i falan bırakıp, kendi izlenimlerini yazsana..
***
Pazar Neşesi
Efendim bizde, üne kavuşan Türklere sahip çıkma yok. Tersine aşağılama, alay etme var.. Sosyal medya lince bayılıyor.
Bizim medya da, bizi bitiren sosyal medyanın "Like" larının peşinde.. Dünyaca ünlü örnek.. Nusret!..
Geçen baktım, sevgili dostum, kaleminin tiryakisi olduğum Özay Şendir de havaya girmiş. Metin Hara'ya saldırma ordusuna takılmış.
"Metin Hara, Adriano Lima'yı öptüğünde daha dudağının kenarındaki tükrük kurumadan, anlaştığı ajans üzerinden bülten yolluyordu .." Hadi bir dudak öpüşmesini, "Tükrük" lafıyla iğrençleştirmeni geçtim, sormak isterdim Özay..
"Adriano Lima'yı sen öpsen, ne yapardın?." Cevabı dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü mankeni Cindy Crawford üzerinden vereyim. Öyle ünlüydü ki, onun üzerine yapılan şakalar arasında yarışma açıldı işte birinci olan Cindy Şakası!.
***
Genç adam ıssız adaya düşmüştü..
Kumsalda yürürken, yerde yarı boğulmuş yatan bir kadın gördü. Hemen dudağından yapay teneffüs yaptırarak kendine getirirdi ki, fark etti.. Kadın Cindy Crawford.
Cindy hayatını kurtaran genç adama yıldırım aşkıyla tutuldu. Günler, haftalar hızla geçerken, ikisi her sabah, öğle akşam, çılgınlar gibi sevişerek, adayı cennete çevirdiler. Bir gün Cindy aşkını biraz düşünceli gördü..
"Neyin var, canım" dedi. "Burada harika bir hayat yaşıyoruz. Seni deli gibi seviyorum, daha ne istiyorsun?."
"Cindy" dedi adam.. "Bir özel isteğim var. Benim gömleğimle, pantolonumu giyer misin?."
"Tabii Sevgilim.. Neden olmasın?." Soyundu hemen, adamın çıkardığı gömlek ve pantolonunu giydi."
"Şimdi şapkamı da kafana tak.. Yüzüne de şu kömürle bir hafif sakal yap, bir de bıyık çiz.."
"Ne istersen" demiş. Cindy.. Yapmış onları da..
"Şimdi Ada'nın şu yanına doğru yürü.. Ben de ters tarafa yürüyeceğim.."
"Bir garip erkek istediği işte" diye düşünmüş Cindy. Yürümeye başlamışlar, Ada'nın çevresinde ters istikamette.. Yarım saat sonra, Ada'nın tam öte yanında karşılaşmışlar.
Adam Cindy'ye koşmuş, omuzlarından sarılmış, kucaklaşmışlar.. Sonra kulağına eğilip fısıldamış..
"Kanka!. Üç aydır kiminle yatıyorum biliyor musun?."
***
Mutluluğa Özlem
Mutluluk seni bulacağım;
Ne denli gizli ve uzakta olsan da.
Kaç istediğin kadar, Irak ol gözlerimden,
Hiçbir yere bırakmam Bir kez bulduktan sonra
Belki bir bahar yeliyle geleceksin.
Belki de karlı bir kış gecesi
Kapım çalınacak yavaşça
Hasretini değil ben seni istiyorum.
Mutluluk seni bulacağım;
Ne denli gizli ve uzakta olsan da.
Yasemin Kumral
***
Latin Sözleri
"Bellum est enim sua vitia nosse." "İnsanın kendi kusurlarını bilmesi ne büyük nimet!" Cicero