Bugün 10 Kasım!. Bugün Atatürk'ü anma günü ve ben bugün köşemi, bu ülkede Atatürk ve devrimlerini en iyi bilen, en iyi anlatan ve en iyi savunan, büyük olasılıkla da bu yüzden kahpece öldürülen kuzenim Ahmet Taner Kışlalı'ya bırakıyorum.
İlkokul ve üniversitede beraberdik Ahmet'le. Mezun olunca o Fransa'ya doktora yapmaya gitti. Doktora Hocası, 20'nci yüzyılın en önde gelen siyaset sosyolojisi uzmanı Duverger idi. Yabancılar içinde de en önde gelen Atatürk ve Kemalizm uzmanı..
Siyaset biliminde felsefi değil, deneysel, çağdaş deneysel olmayı seçtiği için büyük ün ve saygı kazanmıştı.
Öğrencisi Ahmet yurda döndüğünden itibaren kendini Atatürk'e adadı..
Bu, bugün için onu neden seçtiğimi anlatmama yeter.
Yüzlerce yazısından bunu seçme sebebim ise..
Biliyorsunuz bu ülkede, aslında olmaması gereken bir Atatürk Yasası var. Yasa Atatürk'ü aşağılamayı, ona hakaret etmeyi suç sayıyor.
Bu yüzden doğrudan Atatürk, Mustafa Kemal diyemeyenler, çirkin saldırılarını Kemalizm ve İsmet İnönü üzerinden yürütüp "Biz aslında Atatürk'ü severiz" kisvesi altında Allah'ın günü alay, Allah'ın günü hakaret ediyorlar.
Ahmet'in "Kemalizm ve Demokrasi" başlıklı yazısı işte asıl bunlara cevap, ayni zamanda..
Aslı çok uzun. Sayfama sığmaz. Bu yüzden bir kısmını eksilttim. Eğer tamamını okumak isterseniz, tıklayınız.
https://ankaenstitusu.com/kemalizm-ve-demokrasi/
***
Nasıl ki her bitki her iklimde yetişemezse, demokrasinin oluşabilmesi ve yaşayabilmesinin de belirli koşulları vardır.
Sanayileşme, kentleşme, yoksulluktan kurtulma, belirli bir eğitim düzeyine ulaşma. Çoğulcu, tek bir gücün egemen olmasına izin vermeyecek ölçüde güçlerin paylaşıldığı, gücün gücü dengelediği, örgütlü bir toplum. Yaygın ve etkili bir kitle iletişim ağı.
Bunlar bir anlamda demokrasinin nesnel koşullarıdır. Ama bu koşulların büyük ölçüde var olması, demokrasinin de kendiliğinden var olacağı anlamına gelmez. Çünkü demokrasinin bir de öznel koşulu vardır: Demokratik kültür. Hoşgörü ve uzlaşmaya dayalı olan demokratik kültür ise, ancak demokrasinin bir yaşam biçimine dönüşmesiyle ve uzun zamanda oluşur. Hoşgörüsüzlüklerin, uzlaşmazlıkların yarattığı sıkıntılar çekilerek, bilincine varılarak, ağır ağır oluşur.
1920'lerin Anadolusunda, bu koşulların hemen hiçbirisinin bulunmadığını biliyoruz.
Yoksul ve eğitimsiz bir tarım toplumu. Batı'da demokrasiyi yaratan iki temel sınıftan da yoksun. Ne gerçek anlamıyla bir burjuvazi ne de gerçek anlamıyla bir işçi sınıfı var... Radyo yok. En büyük gazeteler, ancak 3-4 bin basabiliyor... Demokratik kültür değil, büyüğe itirazsız uyulan, tartışmaya yer vermeyen bir kültür, aile düzeyinde de egemen, toplum düzeyinde de.
Birkaç aydın dışında, özgürlük ve demokrasiyi ne bilen var, ne de isteyen.
Atatürk'e saldıranların Kemalizm'de demokrasi yoktur savını iyi değerlendirebilmek için, sadece 1920'lerin 1930'ların Anadolu'sunun koşullarını anımsamak yetmez. O dönemin Batı'sına, bugünkü demokratik ülkelerin o dönemdeki durumlarına da bakmak gerekir.
1930'larda, bugünkü anlamda katılımcı bir demokrasi, Avrupa'nın hiçbir yerinde yok. İtalya 1922, Portekiz 1927, Japonya 1930, Almanya 1933, İspanya 1938 yılında faşist bir yönetime geçmiş. Merkezi bir yönetim biçimi olan Fransa da giderek faşizme teslim olacaktır.
Ve ünlü sosyolog Max Weber bile, demokrasiyi şöyle tanımlıyor:
"Demokraside, halk güvendiği bir önder seçer. Seçilen önder, 'Şimdi sesinizi kesin ve bana itaat edin' der. Artık halk ve parti onun işine karışamazlar."
Almanya, İtalya ve Japonya gibi sanayileşmiş ülkelerin bile, demokrasiye kendi iç dinamikleri ile değil, savaş yenilgisiyle birlikte dayatılan koşullar nedeniyle geçtiklerini unutmamalıyız! Unutmamalıyız ki Kemalizm'in erdemlerini ve demokrasi karşısındaki tavrını daha iyi anlayabilelim!
Demokrasinin ne "nesnel" ne de "öznel" koşullarının bulunduğu bir toplumda; demokrasinin gerileyip faşizmin yükseldiği bir dünyada; acaba Mustafa Kemal ne düşünüyordu? Toplumunu nasıl bir yönetim biçimine hazırlamak istiyordu?
Atatürk için, Kemalizmin cumhuriyetçilik ilkesi ile demokrasi eş anlamlı idi:
"Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Milli egemenlik esasına dayalı memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur."
Atatürk için, demokrasi her şeyden önce bir özgürlük sorunu idi:
"İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir görüş vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyaçlarını uyutmayı amaçlar. Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır."
Kendi el yazısı ile kaleme aldığı Medeni Bilgiler kitabı, halka özgürlük ve demokrasiyi öğretmek için hazırlanmış bir el kitabı gibiydi. Daha sonra okullarda ders kitabı olarak okutuldu.
Kitaptaki basın özgürlüğü ile ilgili düşünceleri, Atatürk'ün ne ölçüde içten bir özgürlükçü olduğunun da kanıtıydı:
"Basın yayın özgürlüğünden ortaya çıkabilecek olumsuzlukları ortadan kaldıracak etkin yol, kesinlikle geçmişte olduğu gibi basın yayın özgürlüğünü kısıtlama yolu değildir. Basın yayın özgürlüğünden doğacak sakıncaların ortadan kaldırılması yolu, yine doğrudan basın yayın özgürlüğüdür."
Zamanın Fransa Büyükelçisi'ne söyledikleri ise, hiçbir yanlış anlamaya meydan bırakmayacak kadar açıktır:
"Kişisel iktidar gibi zararlı bir örnek bırakarak ölmeyeceğim. Parlamenter bir cumhuriyet kuracağım."
Mustafa Kemal, Samsun'a ayak bastığı andan gözlerini yaşama kapadığı ana kadar, kişisel bir yönetim kurmamaya özen gösterdi. Baskı ve tehditle değil, insanları inandırarak adımlarını atmaya öncelik verdi.
Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın bile, oldukça demokratik bir mecliste tartışılarak, zaman zaman sert bir biçimde eleştirilerek, denetlenerek yürütülmüş olması son derece önemli ve anlamlıdır.
Demokrasinin, halk desteğinin, kendisi açısından bir temel tercih sorunu olduğunu hemen her davranışında göstermiştir. Devrim tehlikeye düşüp de sert önlemlere başvurmak zorunda kaldığında, "Onlar ancak başka önlemlerle önüne geçilemeyecek büyük tehlikeler karşısında kalındığı zaman, zorunlu olarak onaylanır" demiştir.
Kurtuluş Savaşı sırasında görev yapan ilk TBMM'de bile, sayıları 120'yi bulan milletvekilinden oluşmuş bir muhalefet grubu vardı.
Tek partinin içinde ideolojik bir çoğulculuğa izin veriliyordu. (Bu, baskı rejimlerinde düşünülmesi bile olanaksız bir durumdu!) Altı Ok'un bir ilkesi de devletçilik olduğu halde, Celal Bayar ve arkadaşları, parti içinde açıktan liberalizm yanlısı bir tutum takınıyor ve önemli görevlere gelebiliyorlardı. Ama Atatürk bunu da yeterli görmeyerek, TBMM'ye bağımsız milletvekillerinin de girebilmelerini ve grup oluşturmalarını sağladı. Yasal muhalefetin yararına ve hatta zorunlu olduğuna kesinlikle inanıyordu.
"Düşünce akımlarına karşı, düşünceye dayanmayan güçle karşılık vermek, o akımı yok etmedikten başka; herhangi bir kişiyle, herhangi bir insanla konuşulduğu zaman, onun herhangi bir düşüncesini güç zoruyla reddederseniz o direnir. Direndikçe kendi kendini aldatmakta daha çok ileri gidebilir. Bu nedenle düşünce akımları, baskıyla, şiddetle, kuvvetle reddedilemez. Tam tersine güçlendirilir. Buna karşı en etkili çözüm, gelen düşünce akımına, karşı bir düşünce akımı vermektir."
Mustafa Kemal sadece özgürlüklerden ve demokratik muhalefetten yana değildi; aynı zamanda yargı bağımsızlığını da savunuyordu. "Yargısı bağımsız olmayan bir devletin kendi bağımsızlığı tartışılır" diyordu. Böyle bir düşüncenin, bir diktatör tarafından savunulmasına olanak var mıdır?
Ünlü Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger'nin Kemalist Tek Parti yönetimini özenle incelediğini biliyoruz. Duverger, bu yönetim biçiminin, mutlak baskı rejimin geçerli olduğu toplumlarda demokrasinin gerektirdiği ortam ve koşulları hazırlamak ve sonunda tam bir demokrasiyi gerçekleştirmek amacına yönelik olduğu görüşündedir. Duverger, Kemalizmin, demokrasi geleneği bulunmayan gelişmekte olan ülkeler için, demokrasiye hazırlanma ve geçiş yolunda en uygun ideoloji olduğunu savunmaktadır.
Kemalist tek partinin görevi, toplumu çoğulcu bir demokrasiye hazırlamaktı.
Atatürk'ün yaptığı ve yapmaya özen gösterdiği bazı şeyler var ki, günümüzün katılımcı demokrasi anlayışını daha o zamanlar benimsediği inancını bize veriyor. (Bu açıdan, Kemalist demokrasi anlayışı, 12 Eylül Anayasası'nın demokrasi anlayışından çok daha ileridir!)
Dünyada ilk kez bir bayram çocuklara armağan edilmiş ve bu vesile ile onlara, ülkenin gelecekteki sahipleri oldukları bilinci aşılanmaya çalışılmıştır. 23 Nisan günleri, çocukların kentlerdeki önemli kamu görevlilerinin makamlarına oturmalarının, onların görevlerini geçici olarak devralmış gibi davranmalarının, bir oyun havasının ötesinde anlamı olduğu açıktır.
Belki yine ilk kez bir önder, devrimini gençlere emanet etmiş ve onlardan, gerektiğinde ülkede siyasal iktidara sahip olanlara karşı çıkmalarını istemiş; 1924'te de seçmen yaşını 18'e indirmiştir. Daha o yönde hiçbir istek, hiçbir gereksinme yokken, Türk kadınına siyasal hak ve özgürlüklerini -demokrasinin ana yurdu sayılan bazı Batılı ülkelerden önce- veren, kadının siyasal yaşamda ağırlık kazanmasına çaba gösteren de Atatürk'tür. Eğer bugün Almanya'da her 100 üniversite öğretim üyesinden ancak birisinin kadın olması karşılık, bu oran Türkiye'de tam otuz katı yüksekse, bunda Kemalist devrimin katkısı yadsınabilir mi?
Zaten Kemalist eğitimin amacı belliydi. Amaç topluma ulus bilinci kazandırmak, kulu yurttaşa dönüştürmekti. Atatürk öğretmenlere şöyle sesleniyordu:
"Biz sizden düşüncesi özgür, vicdanı özgür, anlayışı özgür kuşaklar istiyoruz."
Aslında tarihsel olgu ve olaylar, ancak dönemlerinin koşulları içinde değerlendirildiğinde bir anlam taşırlar. Belirli bir anda belirli bir toplumdaki yönetim biçimi de, ancak iki türlü değerlendirilebilir: Ya aynı toplumda daha önce var olan yönetim biçimi ile ya da aynı dönemde benzer koşullara sahip olan başka toplumların yönetim biçimleriyle karşılaştırarak.. Her iki yaklaşımda da, Kemalist Türkiye'nin oldukça demokratik sayılması gerektiği açıktır.
Atatürk -resmi ya da özel- hiçbir dış geziye çıkmadığı halde, dünyanın birçok önde gelen devlet adamı, yoksul ve geri kalmış bir ülkenin devlet başkanını ziyaret etmek için adeta sıraya girmişlerdi. İngiliz kralından İsveç veliahtına, Fransız başbakanına kadar, Atatürk'e ve Kemalist Türkiye'ye gösterilen bu ilgi çok anlamlıydı.
Atatürk'ün başlattığı, toplumu ve siyasal yaşamı demokratikleştirme sürecinin önemli bir aşamasını tamamlayarak tek partili döneme son veren İsmet lnönü, daha ileriki yıllarda şöyle demiştir:
"Atatürk'ü devlet idaresinde, istiklalci, cumhuriyetçi ve demokratik rejimci olarak tarif etmek lazımdır. (...) Eğer sağlığı müsaade etseydi, belki de İkinci Dünya Savaşı'ndan önce bile, gene bizzat Atatürk, eserini tamamlayacaktı."
*
Duverger ve Atatürk!.
Kemalist partinin 1. özelliği, demokratik bir ideolojiye sahip bulunmasıydı.
Mustafa Kemal'in siyasal rejimi, çoğulculuğun üstün bir değer olduğunu kabul ediyor ve çoğulcu bir devlet felsefesi içinde işlevini yerine getiriyordu. Üstelik, partisinin, yapısal açıdan da totaliterlikle hiçbir ilgisi yoktu.
Kemalizm, demokratik bir ideolojidir!
Atatürk döneminde niçin demokrasinin tüm kurum ve kuralları yoktu?
Olamazdı da, onun için.
Fransız devriminden yarım yüzyıl sonra bile, Fransız işçisinin oy hakkı var mıydı?..
*
Duverger ve Atatürk!.
Amerikan devriminden bir buçuk yüzyıl sonra bile, ABD'de ırklar arasında tam bir hukuksal eşitlik sağlanmış mıydı?
Atatürk bir ortaçağ toplumundan yola çıktı. Cumhuriyet'i kurduktan sonra 15 yıl yaşadı ve sınıf-cinsiyet- ırk-din ayrımı olmadan, tüm yurttaşlar arasında hukuksal eşitliği, o inanılmaz kısa süreye sığdırdı.
Bilim her olguyu kendi koşulları içinde değerlendirir.
Atatürk yönetimi, kendi koşulları içinde, olabilecek en demokratik yönetimdi.
Ölümünün yıldönümünde, sağdan ve soldan aşağılık saldırıların üzerinde yoğunlaştığı bir diktatörü (!), en içten saygılarımla anıyorum...