Pazar günü bir İstanbul Maratonu faciası yaşadık. Pazartesi kaleme sarılmadan, gazeteleri beklemeyi, onların tepkilerini görmeyi istedim.
Gazetelerin hali feciydi. Pazar sabahı ülkeye ve meraklısı ilgilisi dünyaya yaşatılan o utanç faciasına değinen tek satır yoktu. Laf ola yarış verilmişti, hepsi o.
"Böyle medyaya böyle maraton çok bile" deyip geçmek geldi içimden. Ama yapamadım.
O maratonun kurulması ve başlamasında çok ama çok büyük emeklerim olduğu için yapamadım.
Önce yarışın neden "Utanç" olduğunu anlatmak isterim..
Artık her maratonda, "Pacer" denen yarışçıların bulunması doğal. Pacer, tempocu demek. Yarışın belli bir sürenin altında bitmesi için, diyelim, 10, 20 ve 30'uncu kilometrelerin kaçar dakika ve saatte geçilmesi geçiliyorsa, bu tempocular o hızda koşuyorlar, görevlerinin bittiği kilometrede de yarışı bırakıyorlar.
Tempocu olarak paralarını peşin alıyorlar.
Şimdi, İstanbul Maratonu'nu adını kimsenin bilmediği bir Pacer/ tempocu kazandı iyi mi?. Adam baktı 30'uncu kilometrede kendisinden dinç adam kalmamış etrafında, devam etti ve bitirdi. Birinci bitirdi, hem de yürüyerek. Anlayın yarışın kalitesini..
Eğer İstanbul Maratonu'nu dünya çapında yapmak, dünya TV'lerinde yayınlatmak ve bu sayede kentin reklamını yapmak, kent ve ülke turizmine hizmet etmek istiyorsak, bu yarışa dünya çapında maratoncuların katılmasını sağlamak zorundayız.
Dünya çapında maratoncu, bugün hayatını maraton koşarak kazanan bir profesyoneldir.
Maraton öyle 100 metre gibi, Allahın günü koşulmaz.
Yılda 6, bilemedin 8 maraton koşabilirsiniz..
Peki yılda diyelim altı maraton koşan bir profesyonel bu yarışları neye göre seçer?. Havasına, suyuna göre değil tabii.. Parasına göre.. En fazla parayı kim veriyorsa..
Profesyonelin parası ikidir.
1- Cep harçlığı..
2- Derece ödülü..
Esas olan, cep harçlığıdır tabii.
Maratonda derecenin garantisi yoktur çünkü.. Hiç hesaba katılmayan şeyler yarışın kaderini değiştirir.
Yarışı organize edenler, ki kimlerdir bilmiyorum. Ne kurumsal, ne kişisel bu yarışın sorumlusunu bilen var mı ülkede?. Mesela Sabah Spor servisinde bilen var mı?.
Ya Hürriyet?. Sporun başında "Olimpik Müdür olsun" diye Cüneyt Ağabey'le bağrımıza bastığımız ama gazeteyi Fener futbol sözcüsü yapan Mehmet Aslan kardeşim biliyor mu mesela?.
"Kimlerle temasa geçildi?.
Kimlerin peşine düşüldü?. Niçin büyük atlet getirilemedi de yarış bir tempocuya bırakıldı" merak etti mi, birlikte ne Olimpiyatlar, ne Atletizm Şampiyonaları izlediğim Mehmet dostum?
Ve tek, sadece tek satır yazdı mı, yazdırdı mı, "Dünyanın bir kıtada başlayıp, öbür kıtada biten tek ama tek maratonu"nun dünya çapında olması için?.
41'inci denen Maraton iş olsun diye yapıldı.
Beşinci sınıf atletler.. Asla koşu geleneği olmayan ülkede, sırf köprüyü yürüyerek geçmek ve de geçerken selfi çektirmek için 20 lira kayıt parası verip, köprü başına koşan onbinlerce koşucuyu geçtik, yürüyüşçü bile değil, selfici, keyifçi..
..ve İstanbul halkının o güzel pazar günü kapanan köprü ve yollar yüzünden çektiği ızdırap!.
Niçin?.
Değdi mi?.
Yarış boyu parkur kenarları boştu.
Yarışı kimse seyretmedi?. Niye seyretsin?.
TRTSpor2'de yapılan yayının reytingi kaçtı?. O sabah o saatte açık olan televizyonların kaçında TRTSpor2 vardı?.
Açıklayabilir misiniz, "0.
Bilmemkaç" diye başlayan yüzdeyi?. Ekran başında da seyirci yoktu yani!.
Kendi ülkesinde izlenmeyen yarışı dünya seyreder mi?
Yayın dedim de..
"Utanç Yayını" da yarın anlatacağım!. Ve de Vefasızlık ayıbını!.
***
Aramıza Hoş geldin, Nazlı Hanım!.
Nazlı Hanımla (Ilıcak) fikirlerimiz başından beri hiç uyuşmadı.. Ama dost olmamız için uyuşmamız da şart olmadı hiç. Dostlarımı fikirlerine göre seçme adetim hiç olmadı ki..
SABAH'ta oda komşusu olmamız dostluğumuzu güçlendirdi. O bana uğrardı, ben ona.. Gazeteye muntazam gelen başka yazar da yoktu zaten..
Vaktimiz oldukça dertleşirdik.
Nazlı Hanım'ın FETÖ'cü olduğuna, olabileceğine hiç inanmadım. Nasıl olabilirdi ki?.
İstanbul'un en iyi ailelerinden birinin fevkalade iyi eğitim görmüş kızıydı o.
Babası Demokrat Parti'nin ileri gelenlerindendi. Bakanlıklar yapardı.
Nazlı Hanım Dame de Sion'da okumuş, üniversiteyi İsviçre'de, 'Siyasal Bilgiler' okuyarak bitirmişti.
Sağcıydı, ama asla "Dinci" değildi.
Meclis'e başı örtülü gelen Merve Kavakçı'ya sahip çıkan tek milletvekili olması, sağcı olmasından öte, insan hakları savaşçılığındandı.
Gazeteci olarak da yılmaz savaşçıydı.
Gözünü budaktan esirgemezdi.
Tepesi attı mı, iktidar, muhalefet, kendi partisi dinlemez, düşündüklerini bağırırdı.
12 Eylül döneminde Kenan Evren devlet başkanıyken, Ankaragücü küme düşmüş, ama kupayı kazanarak Avrupa'da oynama hakkını elde etmişti. Evren "Avrupa'da ülkemi temsil eden takım ikinci kümede oynamaz.
Kupa Şampiyonları da birinci lige alınsın" dedi. Federasyon emir kuluydu zaten. Aynen uyguladı ve ertesi gün Tercüman gazetesi'nde Nazlı Hanım'ın baş yazısı çıktı..
"Evrenspor!." Sonuç.. Tercüman süresiz kapatıldı.
O sırada Avustralya'da, orada da Tercüman çıkarmak için bulunan patron ve Nazlı hanımın eşi, Kemal Ağbi (Ilıcak), alelacele Türkiye'ye döndü.
Kenan Evren'e çıktı..
"Paşam.. ikide birde kadın haklarından söz eder, 'Kadınlara eşitlik' dersiniz. Gazeteyi size uyup kadına bıraktık, işte sonuç" diye şakalaştı da Tercüman'ın yayın yasağı kalktı.
Nazlı Hanım, askerlerden, askeriyeden hiç hoşlanmadı.
27 Mayıs ve Yassıada, fevkalade aile ve yaşam düzenlerini sıfıra indirmişti. Babası Muammer Çavuşoğlu idamla yargılanmıştı. O süre ne feci maddi ve manevi koşullara düştü aile, bir düşünürseniz, o nefreti anlayabilirsiniz.
Ergenekon, Balyoz davaları sırasında, savcılarda öte savcı yazıları yazdı.
Ordunun üst kademesi birer birer tasfiye edilirken, alkış tuttu.
15 Temmuz hain darbesi işin iç yüzünü ortaya çıkardı. Taraf gazetesinin her gün manşetten verdiği dosyaların bavulla gazeteye gönderildiği, gönderenin de Fetullah Gülen olduğu tespit edildi.
O bavulları taşıyan adama, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti "Yılın Gazetecisi" seçti ve ödül verdi, anlayın.
Nazlı Hanım da askeri tasfiye eden FETÖ dosyalarını destekleyenlerin başında olduğu için, 15 Temmuz sonrası, onun hakkında da "FETÖ'cü" davası açıldı. Tutuklandı ve hapse atıldı.
İddianamesi dahi hazırlanmadan aylarca içerde tutulması bir adli yanılgıydı.
Sonunda nihayet, o iddianame yazıldı. Mahkemeye sunuldu. Karar çıktı. Nazlı Hanım mahkum oldu, ancak tutuklu olarak içerde kaldığı süre göze alınarak tahliye edildi.
Çok da iyi oldu. Çünkü, içerde kaldığı aylar, hem fiziksel, hem ruhsal sağlığı çok bozulmuştu.
Şimdi ailesine, dostlarına, hepsinden önemlisi özgürlüğüne kavuştu.
Güçlü kadındır. Sağlık durumunu da toparlar.
Bir dostu olarak aramıza dönmesine nasıl mutlu olduğumu iletmek istedim..
Hoş geldiniz Nazlı Hanım!.
***
Bu mu Magazin!.
Zeynep Korel diye bir "Ezik" Amerikalardan, ablası Bergüzar Korel'e saldırıyor. Bir iki gazete yazdı.
Sonra baktılar.. Kadının amacını anladılar.
Bitirdiler..
Bizim Günaydın bitirmedi..
Manşetten, manşetten gidiyor, Tuba Kalçık imzalı haberlerle..
Tuba Kardeşim "Hıncal Bey, siz hep 'Fikri takip' demez misiniz" diyebilir bana.. Ama senin yaptığın o değil Tuba..
Fikri takip olması için "Haber" olması lazım.
Haber olması için de, "İki taraflı araştırılıp yazılması" şart.
Düşün ki, birisi senin için bir yerlerden durmadan sallıyor. Ben de durmadan sana yönelik bu çok ağır, insanlık dışı ithamları yayınlıyor, bu arada bir telefon açıp, sana tek kelime sormuyorum.
Söyle bakalım böyle haber, habercilik, gazetecilik olur mu?.
Manşetlerden girdiğin bu ağır ithamlar konusunda Bergüzar'ı aradın mı?.
"Dün kardeşinle konuştum. Yeni şunları söyledi, ne diyorsun" dedin mi?.
Bugüne dek kaç Zeynep Korel haberi yazdın, Tuba? Kaç Bergüzar haberi, peki?.
Sakın "Ulaşamadım" deme..
Bergüzar Korel gibi bir magazin yıldızına ulaşamayan magazin yazarı olur mu, olabilir mi?.
En azından şu notu düşebilirdin yazının sonuna, ki uygar ülkelerde gazeteciler bunu mutlak yaparlar..
"Zeynep Korel'in ağır ithamları üzerine Bergüzar Korel'i aradım, ulaşamadım. Haber bıraktım, dönmedi." Benim ne Bergüzar Korel, ne de eşi ile tanışıklığım, dostluğum yok, Tuba!. Telefonları da yok tabii. Olsa ben açıp soracaktım "Günaydın'daki Zeynep haber ve söyleşileri için ne diyorsunuz" diye..
Birisi, hakkı, hukuku, adaleti sağlamalı!.
***
İki dost daha..
Erdoğan Sevgin ve Yılmaz Gökdel!..
İki dost.. İki mesleki dost!.
Erdoğan Sevgin ile aslında rakip olarak başladı dostluğumuz.
O Hürriyet grubunun Türkiye'de ilk televizyon dergisi TV7'nin başındaydı.
Ben onu takip eden, Milliyet grubunun Tele-Magazin dergisinin Ankara temsilcisiydim.
Ben Ankara'da ülkenin o zaman tek kanalı TRT'nin içinde olduğum için saha avantajına sahiptim ama Erdoğan müthiş dergicilik ve Hürriyet imkanlarıyla öne geçerdi gene de..
SABAH'ta buluştuk sonunda.. O da benim gibi her gün ve erken gelenlerdendi.
Bu yüzden çoğu zaman daha kapıda buluşur, onda, ya da bende kahve içerdik, işe başlamadan.
İnanın yeri dolmaz bir magazinciydi.
Dolmadı da..
Yılmaz Gökdel'le dostluğumuz, Spor yazarlığı tarafımdan..
Galatasaray'ın, İsfendiyar'dan sonra gelen ve onun boşluğunu dolduran harika sağ açığı idi, ayrı.. Ama fevkalade insanlığı, arkadaş canlılığı, sohbetiydi, yaşıtım Yılmaz'la ayrı dostluğumun sebebi. O aktif spordan çekildi. Ben spor yazarlığını hobiye çevirdim. Hayat başka şeyler yığdı önümüze buluşamaz, haberleşemez olduk, ta ki, bir haber kanalına alt yazı düşene dek..
Tersi de olabilirdi be Yılmaz!. Sen beni okuyabilirdin..
Bizim dostlar takımı iyiden iyiye yukarda toplanmaya başladı da..
***
SEVDİĞİM LAFLAR
Hiç kimse vazgeçilmez değildir. Ve hiç kimse kendini vazgeçilmez sanan biri kadar aptal değildir.
Victor Hugo
TEBESSÜM
"Estetik ameliyatı bağımlılarını destekleme toplantısına hoş geldiniz!. Etrafımda ne kadar çok yeni yüz görüyorum!."