"Müzeyyen" deyince onu en iyi yazacak kişi, hayatının kitabını yazan Üstat Radi Dikici'ydi. Yazdı da.. Önce bana, yani sizlere yazısı ile yolladığı notu okuyalım..
***
Hiç unutmuyorum. Tarih 2 Aralık 2001. Günlerden Pazar. İzmir'den aradı Müzeyyen Senar, "Yarın sabah bürondayım. Akşam da sende kalacağım," dedi. "Bekliyorum," dedim. Benimle, bir hafta önce reddettiği Berlin Filarmoni Orkestrasının konser teklifini konuşacak diye düşündüm.
Ertesi sabah saat 9.00'da odamda idi. Öpüştük, her zamanki koltuğuna oturdu. "Her gelişimde en az bir defa tekrar ediyorum, 'Benim hayatım yazılmalı' diye, ama bakıyorum umurunda bile değil," dedi.
Masanın üstü 15 yıl hazırlıktan sonra yazmaya başladığım Bizans İmparatorluğu Tarihi ile ilgili kitaplar ve belgelerle doluydu.
"Ama hayatım görüyorsun," dedim, "Başka bir kitabı yazmaya başladım. Nasıl bırakayım ki?"
Okurlar beni affetsin, söylediğini aynen yazacağım.
"Höst!..." dedi,
"Ben öyle Bizans mizans anlamam. Yarından tezi yok yazmaya başlayacaksın. Evde, çocuklarımda, dostlarda bulduğum bütün belgeleri; dergiler, gazete kupürleri, fotoğraflar, aklına ne gelirse, hepsi şu anda kargoya verildi.
Bunu bilesin."
Emir büyük yerdendi ve yapacağım hiçbir şey yoktu. O akşam evde sohbet ederken, "Yalnız bir şartım var," dedim, "Özel hayatın dahil hiçbir şeyi saklamayacaksın. Anlattıklarını ve diğer belgeleri inceleyeceğim ve sadece gerçeği yazacağım." Kabul etti.
Başladık. Tam üç buçuk yıl sürdü.
Ne kadar şanslı bir insanmışım ki,
Müzeyyen Senar'la birlikte Türk musikisinin son 75 yılını yaşadım. Ayrıca bütün anlattıklarını ses kayıt cihazı aracılığı ile bantlara kaydettim. Aşağıda okuyacaklarınız, onun anılarından bir demettir. Bazıları ilk defa bir gazetede yayınlanıyor
***
Müzeyyen Senar anlatıyor..
"Yıl Aralık 1936. Saray'dan çağrıldım.
Atatürk'ün huzurunda ilk defa şarkı söyleyeceğim. En şık elbisemi giydim. Kocam da öyle. Özel bir araba bizi aldı. Sarayın kapısında bir yaver tarafından karşılandık. Onu izleyerek salona girdiğimde, Atatürk'ün masasında her zamanki zevat var. Yaver bizi takdim edince, Atatürk eğilerek yavere bir şey söyledi, yaver de onu takip etmemizi istedi. Yandaki çok büyük ve siyah mermer tuvalette, bizi bir berber bekliyordu. Atatürk saçlarımı beğenmemişti. A la garson kesildi. Kocam da bıyıklarını kaybetti. Döndüğümde yanına oturttu. Saza işaret verildi ve ben onun ilk istediği şarkıyı okudum; 'Mani oluyor halimi takrire hicabım.'
İki saate yakın süren konser sırasında, Atatürk şarkılara çok kere iştirak etti. Ayrılırken yaverin verdiği zarfta 700 lira vardı. Benim o dönem radyo emisyonlarından aldığım ise haftada 5 lira idi.
Sonuncu kez Haziran 1938'de Savarona Yatı'na çağrıldığımda, süzülmüştü. İlk kez gittiğimde gördüğüm ne içki kadehi, ne leblebi, ne de ucu yaldızlı sigarası vardı önünde."
1939 yılında Arap filmleri modaydı. Sadettin Kaynak'ın talebi üzerine Leyla ile Mecnun filminin Türkçe şarkılarını Müzeyyen Senar seslendirmişti ve şarkıları taş plağa da okuması gerekiyordu. O zaman bu işi yapan tek fabrika Yeşilköy'deydi. Ama stüdyosunun bir kusuru vardı, ses geçirmez değildi. İlk beş şarkıyı kusursuz kaydederler. Sıra "Derman kar eylemez, ferman dinlemez" şarkısına gelmiştir. Şarkının finali, "Ezelden çileli gönül" ile yapılacaktır. Tam "Ezelden..." derken, bir uçak gümbür gümbür iner. Haydi yeni baştan. Hazırlıklar biter. Şarkı yine tam bitmek üzeredir, bu defa da kaydı, bir avcının silahından çıkan, "Tak!.. tak," sesleri mahveder. Üçüncü defa başarabilirler ancak..
(Hıncal'ın notu.. Ayni sıkıntıyı televizyonlar Basın Ekspres Yolundayken, biz de çok çektik. Tam kayıt anında inen uçağın gürültüsü çekimi piç ederdi. Kaç defa baştan başladık. Yani 39'dan 99'a pek bir şey değişmedi oralarda.)
Kitabı yazarken konuştuğum birçok kişiden en çok duyduğum,
"Babam Müzeyyen Senar'a aşıktı," sözü olmuştu. Bestekarlardan özellikle Zeki Arif Ataergin'in Müzeyyen Senar'a olan aşkını bilmeyen yoktu. Bu tamamen ulvi veya diğer bir tabirle platonik bir aşktı. Durumu çok iyi bilen Necati Tokyay oturur ve sırf bu aşkı anlatan bir güfte yazar, Zeki Arif Ataergin de besteler.
"Beni ateşlere salan o kapkara siyâh gözler
Beni çılgın gibi yakan o tatlı sözler, gülen yüzler
Hayatımda sana kanmak nasip olmaz ise eğer
Kapansın, perde çekilsin cihan sensiz hiçe değer."
1951 yılı geldiğinde ikinci eşinden ayrılmış, üç çocuğu ile baş başa kalmıştır. Rumelihisarı'ndaki yalısında 10 kişilik personel ona yardımcı olmakta, gazino programları devam etmektedir. Hiçbir zaman menajer kullanmaz, yapacağı program için hiçbir gazino patronu ile pazarlık etmez. Enteresandır ama, ona göre hakkını her zaman fazlası ile vermişlerdir.
Çok para kazanır. 1990'lı yıllarda, "Sonraki yıllar için ne yaptın?" diye sorduğumda cevabı şöyle olmuştu: "Çok kazandığımda keyfimce yaşadım. Az kazandığımda onunla yetinmeyi bildim."
Müzeyyen Hanım 35 yaşındadır. Güzelliğinin doruğundadır. Üstelik çok da şık giyinir. Bir yıl önce tanıştığı Suudi Arabistan'ın Türkiye Büyükelçisi Tevfik Hamza Beyle evlenir. Üçüncü eşidir. Birbirlerine büyük bir aşkla bağlanırlar. Ancak nedense, özellikle zamanın Dışişleri Bakanı'nın eşi onu sürekli aşağılamaya çalışır.
Bir akşam karı-koca, duayen sefir olarak Beylerbeyi Sarayı'nda Ürdün'ün genç Kralı Hüseyin'e yemek verirler. Sofrada Adnan Menderes, Ürdün Kralı Hüseyin, Müzeyyen Senar, Celal Bayar, Reşide Bayar, Tevfik Hamza Bey, Dışişleri Bakanı ve eşi vardır. Konuşmalar arasında dışişleri bakanın eşi krala, "Biliyor musunuz Majeste?" der, "Müzeyyen Hanım Türkiye'nin en ünlü şarkıcısıdır." Amacı onu küçük düşürmektir ve ses sanatçısı yerine şarkıcı kelimesini özellikle kullanmıştır. Annesi nedeniyle iyi Türkçe bilen genç Kral, söyleniş tarzından hemen durumu anlar ve Dışişleri Bakanı'nın eşine dönerek, "Biliyor musunuz hanımefendi?" der, "Müzeyyen Hamza Hanım ülkemde de tanınan ünlü bir sanatçıdır. Babam Tallal, özellikle onun sesine hayrandır. Yeni çıkan her plağı da elçiliğimiz aracılığıyla babama ulaştırılmaktadır. Kendisiyle birlikte olmaktan büyük onur duyduğumu ifade etmek isterim." Ardından da protokol dışı bir şey yapar, yerinden kalkıp Müzeyyen Senar'ın yanına gelir ve elini öper. Ürdün Kralı, Dışişleri Bakanı'nın eşine böylece ders vermiştir. (Hıncal'ın notu.. Üstad Radi Dikici yazmamış ama, ben sizi internetlerle, googlelarla uğraştırmayayım. O zamanki Dışişleri Bakanı, Prof. Fuat Köprülü'ydü.) Ancak evlilikleri sadece iki yıl sürer. Çünkü Tevfik Hamza Bey ülkesi Suudi Arabistan'a geri çağrılmıştır ve Müzeyyen Hanımın onunla gitmesi mümkün değildir. 16 Temmuz 1955 Cumartesi gecesi son geceleridir ve yalıda baş başadırlar.
Sabah kalktığında kısacık bir mektup bulur Müzeyyen Senar.
"Sana veda ederek gitmem mümkün değildi. Böyle ayrıldığım için affet. Ben formaliteleri hallederim. Merak etme. Seni ne çok sevdiğimi biliyorsun. Ölürken dudaklarım senin isminle kapanacak. Tevfik Hamza." Elinde Tevfik Hamza Bey'in mektubu ile aşağıya iner. Kahvaltı sofrasına oturur. Aklından bin bir türlü düşünce geçer. Bir şeye de hayret eder. Tanrı ona önemli iki yetenek vermiştir. Birincisi, 8-9 yaşına kadar yaşadıklarının üstü yavaş yavaş küllenmiştir ama o yaşlardan sonra yaşadıklarını yıl ve yıl hatırlamaktadır. İkincisi, bir şarkıyı bir defa duyması yeterli olmaktadır. Elinde notası olmasa bile usulüne, makamına uygun olarak hemen ezberleyebilmekte ve hatta yorumunu da katarak, tekrar edebilmektedir.
Bunları düşünürken, bir an gözü dalar gibi olur. 6 yaşındayken saçlarının yandığını hatırlar, elini gayri ihtiyari alnına götürür ve şimdi saçlarının örttüğü o günlerden kalma ize dokunur.
Annesiyle bir düğünden döndüğü gecenin ertesinde, kekeme olduğunun farkına varmasını hatırlar sonra, izlerini muhtemelen hayatının sonuna kadar taşıyacağı bir gelişmeyi. Ancak sesinin giderek mükemmelleşmesini, kekemeliğinin kocakarı usulü tedavisine borçlu olabileceğini de düşünür. Belki de kaderin garip bir oyunudur bu ona.
Doğruca yatak odasına çıkar. Gardırobunu açtığında gördüğü onca elbiseye şaşkınlıkla bakar, sanki ilk defa görüyormuş gibi. Ama aralarından üçü çok önemlidir. Onları neredeyse 22-23 yıldır saklamaktadır.
Biri, ilk radyo konserinde giydiği basmadan bir entari, diğeri sahneye ilk çıktığında giydiği mor kıyafet, üçüncüsü de Paris konserinde giydiği tuvalet. Bilir ki, bu üç elbise arasındaki zaman çizgisi hayatına yön vermiş, Müzeyyen Senar'ı Müzeyyen Senar yapmıştır.
Elindeki mektubu söyle bir sallar. "Artık yalnızsın Müzeyyen, "Şimdi ne yapman gerekiyor acaba?" diye mırıldanır.
Ayağa kalkar,
"Bu yaşına kadar nasıl ayakta durmuş isen, bundan sonra da öyle yapmalısın," der.
Çünkü o, büyük Müzeyyen Senar'dır.
(Bu arada bir de özür notu.. Radi Usta, bu hafta Müzeyyen'i yazınca, yaşadığımız kent İstanbul'un "Dört Kuruluş"unu anlatan dizisine bir hafta ara verdik. Merakla okuduğunuz o dizi, haftaya devam edecek.)