Geçen yüzyıldaydı.. Böyle deyince ne kadar eski geliyor.. Oysa 90'lı yılların sonu.. 15 sene falan önce.. Ertekin'le St.Tropez pazarını dolaştık, kızgın bir cumartesi sabahı.. Dünyanın en güzel pazarlarından biridir. Antikalar, giyim eşyaları, meyveler, sebzeler, akla ne gelirse. Ben ağzıma koymadığım halde, paella yapan adamı seyretmeye bayılırdım. Kocaman bir tüp gaz ateşinin üzerine, iki kişinin kollarını açarak ancak çevreleyeceği bir kazan.. Sonra paellanın malzemelerini sırası ile kazana atarak ve durmadan karıştırarak bir sanat performansı yaratır gibi pişiren usta.. Yardımcısı da karısı.. Midyeleri, binbir çeşit böceği, çeşit çeşit sebzeyi nasıl ince ince hazırlar, pirince karıştırırdı.. Üç saat falan sürerdi. Pazarda döner döner, gelir bakardım.. Hazır olduğu zaman kazanın önünde bir uzun kuyruk.. Yüzlerle insan.. 10 dakikada dibini bulurdu kazan.. Yarım saat sonra da, orası tertemiz.. Onca çöpten eser yok.. Her şeyi ama her şeyi toplar giderlerdi, karı koca.. Tüm pazar yeri tertemiz olurdu zaten, akşamın beşinde.. İhtiyar St. Tropez köylülerini boules (O kocaman bilyelerle oynanan geleneksel Fransız oyunu) oynarken görürdük, bizim pazar yerlerinde, kol kadar farelerin cirit oynadığını hatırlayarak..
Kızgın Fransız Rivierası güneşinin altında saatlerce dolaşınca biz de iyice kızdık tabii.. Bir yandan yorgunluk.. Bir yandan susadık.. Limana yürüdük. Dünyanın en ünlü, en pahalı limanlarından.. Çünkü küçük.. Bir kaç tekne bağlanıyor ancak. Minnacık sahilde de, ancak bir avuç dükkana yer var.. En ünlüsü Senequier tabii.. 1887'de kurulmuş, dört kuşaktır, dekorunda, renginde zerre değişiklik yapmadan geleneğini sürdüren ve hep ayni kurabiyeleri satan ünlü pastane kafeye oturduk..
"Birer su" dedik, çölde vaha bulmuş gibi.. Garson ters ters baktı ama getirdi. Adisyonu da yanına koydu.. Göz attım.. Bugünkü paramızla 50 lira falan su.. Bildiğimiz su. Perrier falan değil..
Garsona şaka yaptım..
"Bu ne?. Şampanya mı?.."
Garsonun asık suratı gülümsedi..
"Bu suyu o fiyata satmasak, o masayı bulabilir miydiniz?.."
Hayatta aldığım en büyük derslerden biridir..
Fransız Rivierası'nın yüz yıldır en ünlü, dünyaca ünlü kafesinde oturmanın, susayınca yer bulabilmenin, bir bedeli olmalı..
Burdan lafı nereye getireceğim..
Yazın başından beri, Bodrum'da, Türk Bükü'nde, Maça Kızı'nda lahmacun 39 lira diye kıyamet kopuyor.. Efendim maliyeti en fazla 150 kuruşmuş. Bu kıyameti ilk kim kopardı, beş sene önce?.
Ben!..
St. Tropez'de güya dersini almış ben.. Gene Ertekin'le Bodrum'dayız.. O, damadının bir villası var, Türkbükü'nde orda kalıyor. Kızı ve damadı çaya davet ettiler.. Ben bilmiyorum yerini..
"Sen Maça Kızı'na gel, ben seni alırım" dedi..
Gittim.. Maça Kızı bir daha adım atmak istemediğim bir beton yığını, ama ne kadar ünlü varsa orda.. Ertekin de saat konusunda çok hassastır ya.. Söz verdiği takvim gününde gelir mutlak.. Beklerken acıktım.. Etraftaki şemsiyelerin altına lahmacun koşturuyor garsonlar. Biraz da imrendim.. "Bir tane de bana" dedim..
Getirdiler.. 14 euro.. Yıl 2009.. O zamanki para ile 28 lira.. Bugün 40 lira falan yani.. Nasıl kızmışım.. St. Tropez dersini de unutmuş, İstanbul'a dönünce döşenmişim, 14 euroluk lahmacuna..
Fiyatlara bakılırsa, o günden bu güne artma yok, ama bizim medyamız 5 yıl sonra keşfetti Maça Kızı'nda lahmacunun bu fiyata satıldığını..
2014 yazının gündemi haline getirdi.. Hemen her gün bir yazı çıkıyor..
Oysa oturup düşünmek lazım.. Uzun uzun düşünmek lazım, turizm ekonomisini..
Yarın düşünelim mi?.