İstanbul tarihi, birer birer değil, üçer beşer yanıyor.. Hemen bir savunma refleksi.. Herkes suçun kendisinde olmadığını anlatma çabasında..
Yahu suç kimdeyse kimde.. Bana ne?.. Cehenneme kadar yolu var.. Benim istediğim şey, bu yangınların durdurulması..
"Galatasaray Üniversitesi niçin, nasıl yandı?. Bu yangın nasıl önlenirdi" diyecek, el koyacak ve her karışında bir başka tarih bulunan İstanbul'da bu yangınları artık önleme üzerine adım atacak bir, tek bir "ADAM" yok mu yahu bu ülkede..
İTÜ'nün yangın uzmanı Abdurrahman Kılıç Hoca daha yangın devam ederken "Her yangında olduğu gibi, elektrik kontağı suçlu ilan edilir, bu mesele kapanır" dedi. Aynen o yolda gidiyoruz..
İstanbul'un anahtarlarını elinde tutan, yani bizim oylarımızla yasal sahip durumuna gelen Kadir Topbaş'ın telaşını gördünüz mü ekranda..
Nasıl suçlu olmadıklarını anlatıyordu.
Yaşa Başkanım.. Sen tertemizsin. İtfaiyen de öyle.. Peki ama Tevfik Paşa Sarayı yandı.. Yarın Dolmabahçe, Topkapı da yanarsa ne olacak?. Gene çıkıp "Suç bende değil" nutukları mı atacaksın?."
Bu millet suçlu aramıyor, "Artık yanmayacak" sözü arıyor. Bu iletişim, bu teknoloji çağında, artık bu yerine konmaz hazinelerin yanmasını önleyecek tedbirlerin alınmasını istiyor. Belediye Başkanı olarak o konuda ne yapıyorsun, onu anlat millete..
Yetkin mi az, yoksa hiç mi yok?. İstanbul'da bir yetki karmaşası mı var?. Her yeri bir başka yetkili, bir başka sistem koruyor da, sana denetleme hakkı dahi verilmiyor mu?. Deniz İtfaiyesi niye yok, her yanı deniz İstanbul'un?. Bana bunları söyle, yanında savaşayım..
Suçtan ve sorumluluktan kaça kaça bu hale geldik.. Yetti.. Yetti.. Yetti..
"Başta ben herkes, her İstanbullu suçlu" dedim ben. Amma velakin Belediye Başkanı suçsuzmuş.. Buyrun bakalım..
Ama ressam Haluk Özden suçlu. Bana yolladığı mesajla itiraf ediyor..
"7-12 yaş arası hayatım evden çok o binada geçti. Yatılıydık ilkokulda. Zorunluydu yatılı olmak. Çok üzgünüm. Benim de payım var. Çünkü geçen sene içime doğmuş gibi gittim. İlk kez içini gördüm. Her bölümü sinekten yağ çıkarır gibi tıkış tıkıştı. Bir kibritle alev alacak şömine gibi. Binanın dayanmayacağı belliydi. En azından size bir mesaj atabilir, uyarabilirdim. Uyanamadım. İçim yanıyor.."
İçi yananlar o kadar çok ki.. Çünkü yanan sadece bina değil, anılar.. Ne anılar yandı orada..
Yananlardan biri de Safter Yılmaz.. Taa Los Angeles'tan yazmış..
"Sevgili Hıncal,
Şimdi bilgisayarda, üniversite olan bizim ilk okulumuzun yandığını öğrenince içim yanmağa başladı.. Nasıl yanmasın ki.. Ben hayatı ilk orada öğrendim...Bundan 70 yıl önce 1943 yılının bir eylül sabahı babam elimden tutarak beni Ortaköy'deki Galatasaray ilk okuluna getirmiş ve ilk olarak da o yanan kattaki yatakhaneye çıkıp yatağımı yapmıştı.. Cihangir'deki Firuzağa ilk okulunu bitirince babam beni Galatasaray Lisesi'ne vermek istedi. Ortaköy'e gittik. Beni daha sonra kulübe başkanlık yapacak müdür yardımcısı Muhlis Peykoğlu'na teslim etti.. Bir yıl Ortaköy'deki ilk okulun yetiştirici sınıfında Fransızca öğrenmem için yatılı kalacak ve sonra başarılı olursam İstiklal Caddesi'ndeki lisenin 6'ncı sınıfına geçebilecektim..
O 1943 eylül gecesi yatakhanede ilk defa bir araya gelen biz çocuklar bir birimize garip garip bakıyor, bazılarımız ise göstermeden yatağın içinde ağlıyordu.. Yatakhanede koca bir soba yanıyor fakat her yeri ısıtamıyordu.. İkinci Dünya Savaşı bütün hızı ile devam ederken İstanbul da yarı yarıya boşaltılmış, karartma olduğu içinde bütün pencereler de maviye boyanmıştı..
Bir yıl Ortaköy'deki bu binada benim gibi yüzlerce çocuk hayatı öğrendi.. Çok zaman yarı aç kaldık.. Zira ekmek yerine kestane yiyor, durmadan ıspanakla karın doyuruyorduk.. Ekmek karne ile verildiği için önümüze ancak bir dilim konuyordu.. Ispanaktan başka ucuz sebze de yoktu.
Ancak buradan kimler yetişmedi ki ?.. Bakanlar, büyük elçiler, yazarlar, sporcular.. Çok iyi Fransız hocalarımız vardı.. Bir yılda lisanı öğrenip kendimizi gösterdik.. Boş zamanlarımızda artık Fransızca macera romanlarını okuyup anlayabiliyorduk. Çarşamba günleri annem ziyarete gelip börekler kurabiyeler getirir, cumartesi günleri ise babam beni okuldan alır ve hemen yanımızdaki Şeref Stadı'ndaki (Çırağan Sarayı Bahçesi) maça götürürdü..
Her cumartesi iki maç seyreder, akşama doğru eve gelirdik. Annem babama kızar ve "Çocuğu niye erken eve getirmiyorsun" derdi..
İstanbul'a her gelişimde Ortaköy'de önce okulun önünden geçer ve 70 yıl öncesinde kısa pantolonlu günlerimi hatırlarım.. Yetiştirici E sınıfımda bir yanımda Haluk Ülman (Profesör oldu) önünde ise büyük yayıncı, rahmetli Ahmet Küflü otururdu.. Arkamdaki sırada ise ikisi de büyük elçi olan Yıldırım Keskin ile Nusret Aktan tekmeleşirlerdi..
Hey gidi günler.
Şimdi 15 bin kilometre uzakta 'Ben ne yapayım' diye içim yanıyor.