Gazeteciliğimizin ilk yılları.. Ankara'da Yeni Gün gazetesindeyiz. Önemli maç oldu mu İstanbul'a gelirdik.. "Hususi surette giden muhabirimiz bildiriyor" diye yazdırmak için.. Hususi surette gitmek zor değildi aslında. 15 lira verdik mi, yani 1.5 dolar, bir aylık abone kartı verirdi, Devlet Demiryolları gazetecilere, 2. mevkide.. Artık nereye gidersen git. O yolculuk için ayrıca 6 lira verdik mi, bir de kuşet açardı. Gece yatardık, sabah İstanbul..
Haydi vapurla Haydarpaşa'dan Köprü'ye.. Köprü altında sıcak poğaçalar ve ayranla kahvaltı. Tünelle Beyoğlu.. Öğleye kadar o efsane İstiklal Caddesi'nde dolaşma.. Öğle yemeği muhallebicide.. 120 kuruş verdin mi, mis gibi tavuklu pilavla karnın doyar. Hovardalığımız tutarsa, bir de kaymaklı ekmek kadayıfı, 55 kuruş.. Sonra yürüyerek İnönü Stadı'na.. Maçlar 3'te oynanırdı o zaman.. 5'te de biterdi ve felaket başlardı.
O zaman cep telefonu yok. Tribünde de telefon yok.. Koşa koşa Galatasaray Postanesi'ne giderdik. Dolmabahçe'den, Galatasaray'a.. 5.5- 6 gibi orda olurduk ve Ankara yazdırırdık.. "Acele ve basın" diye.. Normal konuşma en ucuzdu. Basın deyince normal konuşmanın önüne geçerdik ama gene sıra gelmezdi. O yüzden, 3 misli para ödeyip, "Acele" sırasına girerdik. Sonra postanede bitmez tükenmez bekleyiş başlardı.. Gece onda falan bağlanırdı Ankara..
Niye öyleydi?. Çünkü telefon konuşmaları kablo üzerinden yapılırdı. İstanbul- Ankara arasında ne kadar kablo çekilmişse, ayni anda o kadar bağlantı yapılabilirdi. Şehirlerarası arayanlar sıraya girer beklerlerdi. Az beklemek isteyenler 3 misli ödeyip "Acele" derlerdi. Sonra "Acele" de yetmez oldu. PTT "Yıldırım" çıkardı, Acele'nin de üç misli fiyata.. Normal konuşma resmen unutuldu. Çünkü normale sıra asla gelmezdi.
Milletlerarası durum daha vahimdi. Bir defasında Atina'ya maça gidiyordum, yanımda oturan Amerikalı'yla sohbete daldık uçakta. İş adamıymış. Atina'ya, New York'a telefon etmeye gidiyormuş, akşam dönecekmiş. Çünkü İstanbul'dan aradı mı, iki gün beklediği oluyormuş..
Şimdi bunları niye anlattım..
Time dergisinde bir makale okuyorum.. İletişim çağındayız ya.. Cep telefonu mucizeleri yaşıyoruz ya.. Cebimizdeki telefonla istediğimize anında ulaşıyor, fotoğraf çekiyor, bu fotoğrafı anında istediğimiz yere yolluyoruz ya.. Gittiğimiz yeni kentin planlarına giriyor, yolumuzu buluyor, internet ile dünyanın bütün bilgilerine ulaşıyor, herkes ve her yerle iletişim kuruyoruz ya..
Nerden nerye geldik, onu anlatmak için..
Değil..
Hızla eski günlere dönüyormuşuz meğer.. Time onu anlatıyor.
Kaliforniya'da bir adam, oğlunun cep telefonu faturasını 22 bin dolar görünce bayılıyormuş. Delikanlı öyle internet kullanmış ki, bir ayda..
Bir New Yorklu aile, Akdeniz'de gemi gezisine çıkmış. Bu arada iphoneları otomatik e-maillerini taramış. Fatura 5 bin dolar..
Bu daha başlangıç..
Cep telefonları, internet telefon servisleri manyetik dalgalar üzerinden bağlanıyorlar. Bu dalgaların da belli bir kapasitesi var. Dalga genişliği deniyor buna.. Bu da sonsuz değil. Mesela şu anda, New York'taki bütün cep telefonları internete bağlanmak, bir video seyretmek istese, öyle bir kilitlenme olurmuş ki, hiçbiri hiçbir şey seyredemezmiş. Aynen trafik kilitlenmesinde herkesin yerinde çakılıp kaldığı gibi..
Peki, bu manyetik dalgaları taşıyan kanallar dolduğu zaman ne olacak?.
Geçmişte olan.. Cep telefonu şirketleri, daha hızlı çalışan dalgaları daha büyük ücretlerle satmaya başlayacak. Çok yavaş açılan telefonlardan kurtulmak için çok pahalı ücretlerle "Acele", o da yetmez olunca "Yıldırım" telefonlar alınmaya başlanacak, servet ödenerek. Onlar da yetmeyecek.. Beklemeler başlayacak.. Elde telefon saatler süren beklemeler..
..Ve o günleri fazla beklemeyecekmişiz..
İyi mi?..