Tren kazası haberini tatilimin ilk gecesi, yemekte aldım.. İstanbul'a dönüşüm, Hıncal'ın Yeri'nin kepenklerini yeniden açana kadar günler geçti.. Tüm ülkenin, hatta dünyanın gündemine bomba gibi düşen olayı yazmakta geç kaldım.. Ama bu geç kalmanın bana bir yararı oldu.. Olayı başından sonuna soğukkanlı düşünme fırsatı buldum.. İlk telaş, heyecan, şaşkınlık, panik ve öfkenin verebileceği yanılgılardan kurtuldum..
Bugün suçluyu gayet iyi biliyorum.. Ben.. Biz.. Tüm medya.. Bakın neden, sıralayayım..
1-Gazeteler kazayı "Katliam.. Cinayet.. Bile bile lades" başlıkları ile verdiler. Kaynak.. Bilim adamları aylar önce uyarmış. "Bu eski raylar bu hızı çekmez. Biz bu trene binmeyiz. Yakınlarımızı da bindirmeyiz.."
Tamam da, bilim adamları bu lafı sadece Ulaştırma Bakanı ve Demiryolları Genel Müdürü için mi söylemiş?.. Hangi gazete bu açıklamaları manşetine taşımış?.. Hangi ana haber olayın peşine takılmış?.. Hangi medya haberi sonuç alana kadar kovalamış?.. Medya tıss.. Medyanın ciddiye almadığı olayı, siyasiler ve bürokratlar niye dikkate alsınlar, söyler misiniz?.
Nerede medyanın sorumluluğu, takipçiliği, sonuç alıncaya kadar işin peşini bırakmayışı?.. Hani vatandaşı, hem de önceden uyarılan felaketlerden koruyacak güç?..
2- Gazeteler günlerdir, öncelikle Ulaştırma Bakanı ve Devlet Demiryoları Genel Müdürü'nün istifa etmesi gerektiğini söylüyor, yazıyorlar.. Hollanda, Fransa, Almanya, İspanya, İngiltere ve benzeri ülkelerden örnekler vererek, sorumluların nasıl anında istifa ettiklerini anlatıyorlar. Ali Saydam "Japonya'da olsa, harakiri yaparlardı" dedi, haklı olarak. Örnekleri var. Bizimkilerin ise kılı kıpırdamıyor.. Neden?.. İstifalarını gerektirecek bir kamuoyu baskısı, bir sivil toplum eylemi olmayacağını biliyorlar. Çünkü benim medyam, böyle bir kamuoyu oluşturmadı bugüne dek.. Örnek yaratmadı. Adamlar biliyor ki benim medyam balık hafızalıdır. İki gün yazar, sonra hız keser, sonra da unutur. İşte unuttular bile.. O zaman niye istifa etsinler ki?.. Hani onları istifa ettirecek güç?..
3- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, herkesin aklından geçen ve en sorulması gereken "İstifa olacak mı" sorusunu yönelten gazeteciyi, herkesin içinde hem de nasıl azarladı. O meslektaşım bugün sorduğuna pişmandır. Bir daha da sorduklarına dikkat edecek ve bu ülkede sadece çanak sorulara izin olduğu bilincine ulaşacaktır.
Bu başbakanın, bu ülkenin gelmiş geçmiş en az eleştirilen başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın en küçük eleştirilerde dahi kendini kaybedecek kadar öfkelenip, gazetecilere kaçıncı saldırışı.. Devam da edecek. Çünkü söyledikleri yanına kar kalıyor. Ciddiye alınacak ne bir eylem var, ne bir tepki.. Bizde bu ense varken..
Gazeteler, iktidarın üstüne yeterince gitmiyorlar. Bu ülkede medyatik bir muhalefet yok. Sebeblerini tahmin ediyorum, herkes gibi.. Anlamaya çalışıyorum, hak vermesem de.. Ama anlamadığım bir şey var.. Hem de tam böyle zamanlarda, yani görevini yapan ve halkın haber alma hakkını sonuna dek kullanmak isteyen gazeteciler böyle aşağılanır ve meslektaşları, gazeteleri ve yöneticileri tarafından korunamazken, yani tek başına, yapayalnız, terk edilmişken ortaya çıkmak, basın özgürlüğüne, ifade hürriyetine sahip çıkmak için kurulmuş, varlıklarının sebebi bu olan meslek teşekkülleri nasıl böylesine etkisiz ve tepkisiz kalırlar?. Soru sormanın bile yasak olduğu bir ülkede medyanın bir güç olduğunu söylemek mümkün mü?. Kendini korumaktan aciz bir güç, güç olabilir mi?.
Biz Dördüncü Güç falan değil, iki satır yazıp geçerek kendi kendini tatmin eden Don Kişot bozuntularıyız. O hiç değilse yel değirmenlerine saldırırdı. Biz onu da yapamıyoruz..
Türkiye'yi kaynağını anayasadan alan üç güç yönetir.. Yasama.. Yürütme ve Yargı..
Bunları denetleyecek, bunların eksiklerini gediklerini belirleyecek, yanlışlarını düzeltinceye kadar izleyecek Dördüncü Güç, yani Basın kaynağını halktan alır..
Bu gücü alması için de o önce o halkı yönlendirmesi, kamuoyu oluşturması gerekir.. Halkın basına güvenmesi, inanması gerekir.
Türk basını bunu yapıyor mu?.. Yapabiliyor mu?..
Yapsa böyle mi olurdu, her şey?..