Özgür Kıyat'ı üç yıldır izliyorum. İlk albümündeki yorumuyla, coşkusuyla dikkatimi çekmişti hemen. Benim için çok sevdiğim dost "Atilla Kıyat Paşa'nın oğlu" kimliğinden çıkmış, "sanatçı Özgür Kıyat" oluvermişti.
İkinci albümü Eskiye Götür Beni yargımın doğruluğunu kanıtladı bana.
Cuma geceleri sahne aldığı Taksim Sanat Evi'ndeki performansı da.
Özgür, coşkusunun içine profesyonelliği de yerleştirmiş artık. Dinleyicisiyle bire bir iletişim kuruyor, coşkusunu onlara da aktarıyor. Kendi ürünü Eskiye Götür Beni'de, benim sözlerimden yola çıkarak bestelediği Düşek Yollara'da, Nazım'ın Ceviz Ağacı'nda, türkülerde herkes gibi ben de ona eşlik ettim.
Cem Karaca'nın şarkılarında ise duyduğum keyfin yanına hüzün de ilişti.
Cem'i neredeyse daha çocukken, "Toto'nun oğlu" iken tanımıştım. Bu tanışıklık dostluğa dönüşmüştü sonradan.
Özgür'den onun şarkılarını dinlerken kafamda anılar birbirini kovaladı. Birini aktarayım.
***
İstanbul Tiyatrosu, 1960'ların sonunda Elhamra'da iki uyarlamamı oynadı: Zıpçıktı ile Yatıp Durma Bir Şey Söyle . Müthiş bir kadrosu vardı Zıpçıktı'nın. Metin Serezli'nin yönettiği güldürüde Toto Karaca,
Celal Sururi, Ali Sururi, Alev Sururi, Erdinç Üstün, Şemsi İnkaya oynuyordu. Dördüzleri ise Müjdat Gezen canlandırıyordu. Müjdat, zaten korkunç yetenekli bir oyuncu olarak belirmişti; ama onu yıldızlığa yükselten sanırım Zıpçıktı oldu. O sıralarda "taklit" yapmada üstüne yoktu Müjdat'ın. "Sahaya çıkıp Metin Oktay'ın taklidini yapsan gol kralı olursun," derdim kendisine.
***
Bir ara Elhamra'nın matinelerini Ulvi Uraz aldı. Gençlerden oluşan yepyeni bir kadro kurmuştu Ulvi Hoca. Erdal Özyağcılar, Kutay Köktürk, Celile Toyon, Tunca Aykut, Yavuz Şeker, Haşmet Zeybek ...
Günün birinde beni çağırdı. Ben Jonson'un Volpone'sini okuyup okumadığımı sordu. Oyunu biliyordum. "Gel bunu bize uyarlayıp müzikal yapalım," dedi. Uzun uzun konuştuk. Sonunda Volpone'yi "Osmanlı Pop Müzikali" yapmaya karar verdik. Hoca'nın bir tek koşulu vardı sadece: Oyunun adı Püsküllü Moruk olacaktı.
Müzik? Müzik ne olacaktı peki? Cem'i önerdim Hoca'ya. Cem Karaca'yı. Hemen kabul etti. O gün Cem'i yakaladım. Masa başına çöktük.
Cem'i yıllardır tanıyordum. Delidolu değil, resmen zincirlik deliydi. Bir türlü denetleyemediği, zaten denetlemek de istemediği coşkusu, onu uçlardan uçlara fırlatıyordu. Durup durup parlamasının, ağzına geleni söylemesinin altında pırıl pırıl bir yürek yatıyordu. Ama deliydi işte. Dünyanın en sevimli delilerinden biri.
Bir çırpıda müzikleri hazırladı. İnanılmaz güzellikte şarkılar çıkardı. Topluluğun oyun sırasında canlı müzik yapma olanağı yoktu. Bir orkestra gerekiyordu bunun için. Dünyanın parası!.. Tek çare, müziğin banda alınması, oyun sırasında "playback" olarak verilmesi, oyuncuların da sözleri müzik üstüne söylemesiydi. Cem, orkestrasını alıp bir stüdyoya kapandı, müzikleri banda aldı.
O gün ben de gittim stüdyoya. Kayıt bitti. Dinledik. Gerçekten çok güzel olmuştu.
Ama birdenbire kafamdan aşağı kaynar sular döküldü.
"Yahu, Cem," dedim, "biz bir şey unuttuk."
"Ne unuttuk?"
"Bu müzikal bir oyun değil mi?"
"Evet."
"Müzikal oyunda uvertür olmaz mı?"
Evet, şarkılar tamamdı da, uvertürü unutmuştuk.
"Sıkma canını," dedi Cem. Bir odaya girdi. On dakika sonra da nefis bir uvertürle çıktı. Hemen onun da kaydı yapıldı.
Birkaç hafta sonra perde açıldı. Fiyasko!
Başta benim metin, her şey felaketti.
Müzikten başka.
En kötü, en sıkıntılı dönemiydi Ulvi Hoca'nın. Çalışanlara aylık ödemede güçlük çekiyordu. Bazı oyuncular "ne kadar para, o kadar ekmek" ilkesini pek benimsemişti. Kadı'yı oynayan delikanlı bile sahneye çıkarken sakal takmaya üşeniyordu. "Püsküllü Moruk", her temsilde 1012 seyirciye oynanıyordu.
"Hoca," dedim, "hemen bir başka oyunun provasına girseniz..."
"Neden?" diye sordu.
"Baksanıza," dedim, "oyun tutmadı."
Ulvi Hoca güldü. "Yoo... Oyun tutmadı diyemeyiz. Bir oyuna seyirci gelir. Beğenmez. Oyunun kötü reklamını yapar. Bunun üstüne başka seyirci gelmez, oyun tutmaz. Bu oyuna hiç seyirci gelmedi ki, kötü reklamını yapsın. Onun için, oyun tutmadı diyemeyiz."
Bu mantığa pek aklım ermedi doğrusu. Tanıdığım kadarıyla, dünyanın en kötümser insanıydı Ulvi Hoca. Ama o anda karşımda duran sanatçının iyimserliğiyle de kimse yarışamazdı.