Sevgili Hıncal Uluç'un 50. yıl kutlamasına, sağlık sorunları nedeniyle İstanbul dışında olduğum için katılamadım. Gecikmiş de olsam, yürekten bir "nice yazı yıllarına" demek istiyorum.
İlk gazetecilik döneminde tanımadım Hıncal'ı. Perşembe günleri Cumhuriyet'te çıkan spor yazıları beni çok kısa sürede onun tiryakisi yaptı. Daha sonra Erkekçe serüvenini keyifle izledim. "Hıncal'ın Yeri" nde ise kendi yerimi aldım, okurluk koltuğumu kimseye kaptırmadım.
HHH
***
Hıncal'ı önemli bir yazar olarak gördüm hep. Önemli (ve etkili) olmasa yıldızını zaten bunca yıl parlak tutamazdı.
Onun bazı özelliklerine değinmek isterim.
**
Gazeteciliğe "ben" i getirmiş yazardır Hıncal.
Daha önce bir yazıda "ben" demek neredeyse ayıptı, küçültücüydü. Yazar kendi özel görüşünü "ben" demeden dile getirmeye çalışırdı. Tiyatro eleştirilerinde bile... Sözgelimi, çoğu kere "beğendim" değil, "beğenildi" denirdi.
Hıncal "ben" demenin hiç de ayıp olmadığını kanıtladı.
Kanıtladı ama ortalık da "ben" cilerden geçilmez oldu.
Ama o ayrı bir konu... Ne yapalım, sadece "ben" demek ikinci bir Hıncal olmaya yetmiyor.
***
Hıncal'ın bir başka (belki de daha önemli) bir özelliği, konuları, sorunları, kişileri sorgulamaya sıfırdan başlamasıdır.
Yerleşik yargıları yok sayması...
Yok sayarak sizi de yeni baştan düşünmeye yöneltmesi...
Diyelim, Atatürk Kültür Merkezi'nin yıkılmasına karar verilmiş. Herkes ateş püskürüyor. Haber başlıkları bile, yorum sınırları içine taşınıp, bu kararı verenleri kınar biçimde düzenleniyor. Siz de ister istemez etkilenip ağzınıza geleni söylüyorsunuz.
Hıncal ise soğukkanlı. Sıfırdan yaklaşıyor konuya. Görüşlerini açıklıyor. Onu okuduktan sonra yeniden düşünmeye başlıyorsunuz.
Bir yazar için ne kadar önemlidir bu... Okurunu düşünmeye yöneltmek. Yerleşik yargıları yeniden sorgulatmak.
***
Hıncal'dan söz ederken sporu unutmak elbette olmaz.
Onun Perşembe yazılarını hep merakla bekler, ilgiyle okurum. Pazartesileri televizyonda 90 Dakika'yı kaçırmamaya çalışırım. Salı-Çarşamba Fotomaç'ta baktığım ilk yer onun sayfasıdır.
Gençliğinde spor denilince futboldan başka kuş tanımayan ben bile Hıncal sayesinde bisiklet yarışlarına merak sardım, Lance Armstrong'u Pele'nin yanına yerleştirdim.
Gerçi yıllardır futbolu sadece televizyondan izliyorum ya, günün birinde Seyrantepe'de Galatasaray'ın bir maçına gidersem, sanırım içim burkularak gideceğim. Öyle ya, "başarı" olarak sunulan "başarısızlık" ın nedenlerini Hıncal'dan öğrendim bir kere.
Sayfasında zaman zaman yer verdiği çevirileri de içim burkularak okuyorum. Geçenlerde bir İngiliz gazetecinin Tuncay'ın golünü anlatan yazısını yayımlamıştı. Okuduktan sonra aynı soruyu ben de kendi kendime sordum: "Hani nerede bizde bir golü öyle anlatacak spor yazarı?"
***
Hıncal'a yöneltilen eleştirilerin başında onun her konuda yazdığı geliyor. Politika, müzik (üstelik her çeşidi), sinema, kitap, tiyatro, bale, mimarlık, dil, trafik, yemek, moda, aşk, evlilik, sağlık, vb... "Bu kadarı da olmaz!"
Bal gibi olur. Hıncal'ı Hıncal yapan özelliklerin başında onun ilgiler yelpazesinin çok geniş olması geliyor aslında.
Bizde bunun adı "ileri gitmek" tir, "çizmeyi aşmak" tır. Yazar mısın, belirli bir konuda kalem oynatacaksın sadece. Hele bir de derinmiş gibi görünen karmaşık sözler söylersen "üstad" sın.
Yalınlığın, yanlış yapmaktan korkmamanın, yaşamın renklerini yansıtmanın canı cehenneme!
***
Elbette bu özellikler bir insanı yazar yapmaya yetmez.
Yazarlığın belki de ilk koşulu, malzemesini, dilini iyi kullanmaktır.
Hıncal'ın hiçbir yazısını yarım bırakmadım. "Off, ne diyor bu?" diye düşünmedim. Sıkılmadım. Çok ilgimi çekmeyen bir konu bile olsa, "yazar" yazısını bana okuttu.
***
50. yılını geride bıraktı Hıncal.
51. yazarlık yılına çiçeği burnunda bir "hevesli" gibi girmek ne güzel.
Hele ustaysan. Bari, onun "tebessüm" köşesine de bir gönderme yaparak bitireyim. En sevdiğim (hayır, ikinci sevdiğim)
Temel fıkrasıyla: Temel bir sandviççi dükkanı açmış.
İlk müşteri gelmiş:
"Bana iki sosisli sandviç... Biri hardallı olsun." "Hancisu?"