"Şahan, Ata, Yılmaz ve sinema" başlıklı yazımda Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tavassutuyla sanatçı ve yapımcı dostlarımızın istedikleri düzenlemenin bundan 4 yıl önce Meclis'ten geçtiğinden bahsetmiş, ardından da iş bu yapımcıların sinema salonlarında değil ne yazık ki dijital platformlarda boy gösterdiğinden dem vurmuştum.
Şunu sormuştum:
"Sinema salonları yeniden Amerikan filmlerine terk edilecekse o yasa neden çıkarıldı?"
Zira bir zamanlar sinema salonları sadece Amerikan filmleriyle doluydu.
Ali Kaptanoğlu müstearıyla birçok filmin senaryosunu yazan Attila İlhan bu gerçeği şöyle dile getirmişti: "Yeşilçam işe başladığı zaman, Beyoğlu'nda bir tek Taksim Sineması Yeşilçam filmi gösteriyordu. Diğerlerinin hepsi Amerikan filmi gösteriyordu. 1960'lara geldiğimizde, Amerikan filmi gösteren tek sinema kalmıştı, Emek Sineması. Öbürlerinin hepsi Türk filmi gösteriyorlardı (...) Türk sineması, piyasadan Amerikan sinemasını kovmuştu..."
Diyeceksiniz ki, Amerikan sineması kovulmuş da yerine nasıl bir sinema gelmiş?
Bahsi diğer ama yine de şu kadarını söyleyeyim:
Filmlerinde sıklıkla "Bedenimi satın alabilirsin ama ruhumu asla" repliğine yer veren Yeşilçam sineması, ruhunu vermiş bunun karşılığında da bedenine (ticari varlığına) sahip çıkmıştı.
Yani, Türk sineması Amerikan sinemasını ticari bakımdan kovmuş, lakin mana bakımından kopyalamıştı.
O kadar ki, Ayşecik, Ömercik, Sezercik gibi Yeşilçam'ın çocuk yıldızları "Allah baba..." diye dua ediyorlardı. Bunun dışında da zaten Allah demek yasak gibi bir şeydi, Tanrı demeye özen gösterilirdi.
Merhum Attila İlhan'ı dinleyelim: "Filmlerde ezan olamazdı. Mevlit olamazdı. Cenaze sahnelerini, dini merasimleri gösteremezlerdi (...) Bizim sansür kurulumuz ezanı yasak ediyor, namazı yasak ediyor... İyi de biz yıllardan beri Amerikan filmlerinde kiliseleri görüyoruz. Ayinleri görüyoruz, çanlar çalıyor, mezarlarda definler yapılıyor, dualar ediliyor, nikâhlar kilisede kıyılıyor... Bunların hepsini seyrediyoruz. Gâvurlara izin var da Müslüman olduğumuz için bize mi yok?.. Burası Müslüman memleketi. Gâvurun filminde her çeşidini seyrediyorsun dini hareketin ama bizimkinde yok..."
Attila İlhan Marksist idi...
Bir zamanlar böyle solcu, böyle namuslu aydınlarımız vardı.
Sömürge aydınlarına, "Kimin uşağı olduğunu söyle ki, senin gibi bir pislikle elimi kirletmeyeyim, efendini geçireyim avucuma!.." diye haykıran Kemal Tahir gibi. "Türkiye'deki en büyük mesele; yurt meselesidir, evimizin meselesidir. Kim Türkiye'yi Amerikalılara satmış ve satmaya devam etmektedir? İşte bunlar vatan hainidir..." diyen Nâzım Hikmet gibi.
Yazık ki yazık, piyasa solcularımızın içinde ABD emperyalizmine ve taşeronlarına karşı sesini çıkaran neredeyse kalmadı.
Kalanları da İmamoğlu adına gazeteci satın almaya kalkışacak kadar "çıkarcılık" bataklığına saplandı.
Üç kuruş çıkarı için küresel emperyalizmin gözlerine bakmayı içlerine sindiren aydınların hükümferma olduğu bir ülkenin yapımcısı ve sanatçısı da Türk sinemasını dert etmek yerine çıkarı için dijital platformların taşeronu haline gelir elbette.
Gelgelelim, sürgit buna seyirci kalamayız
Kültür Bakanlığı devreye girmeli, sinema sektörümüz taşeron haline gelmekten kurtarılmadır.
Türkiye'nin uluslararası arenadaki en başarılı yönetmenlerinden Semih Kaplanoğlu'na kulak vermenin tam vaktidir: "Fransa, Danimarka, İspanya gibi ülkeler dijital platformların ülke sinemalarına verdikleri zararı karşılamak için Netflix ve benzerlerine vergi koydular. Bu vergi geliri ulusal sinemaya aktarılıyor. Bizde de bu uygulama derhal devreye alınmalı..."
O değil de, Nâzım Hikmet'ler, Kemal Tahir'ler, Attila İlhan'lar, ABD'nin dijital platformlarının taşeronu haline gelmeyi marifet sanan sinemacılarımızı görselerdi acaba ne derlerdi?