O vakitler günlük gündelik siyaseti takip etmiyordum. Bol bol kitap okuyor, sinema ve tiyatroyla meşgul oluyordum.
İşlerim de tıkırındaydı. Ayıptır söylemesi, hayatta hatırı sayılır ne kazandıysam o dönemde kazandım.
E tabii her dönemde olduğu gibi o dönemde de Filistin kanayan yaramızdı.
İsrail'in katliamlarına maruz kalan mazlum bir Filistinli fotoğrafı görsem mideme sancılar girer, günlerce kendime gelemezdim.
Bu fotoğraflardan birini daha sonraları (2006'da) şöyle yazacaktım: "Yerde yatıyor, upuzun; gencecik bir kadın, melek yüzlü bir anne. Bembeyaz yaşmağı var boynunda. Tavana bakan gözleri açık. Yeryüzünün bütün tavanlarını delip geçen, 'Bize kapalı Allah'a açık' bir bakış duruyor gözlerinde. Hemen yanı başında esmer bir çocuk, sırtını duvara yaslamış oturuyor. Evet oturuyor, çökmüş değil; bir ayağını hafif uzatmış, bir ayağını kırmış. Annesine bakmıyor, tavana bakmıyor; hiçbir yere bakmıyor gibi bakıyor! Bu zeytin gözlü çocuk nereye bakıyor? Bileniniz var mı, Filistin'de şehit düşen bir annenin çocuğu nereye bakar?.."
O vakitler herhangi bir gazetede yazmıyorum. Daha doğrusu senaryo ve reklam metni dışında hiçbir şey yazmıyordum.
AK Parti henüz kurulmuştu... Sayın Erdoğan'ı "gönüldaşım" bildiğim için mezkûr partiye kendimi yakın hissediyordum, hepsi bu.
Lakin, Erdoğan'ın kurmay kadrosunda yer alan Abdüllatif Şener gibi tiplerden hiç hazzetmiyordum. Hem de Refah Partisi'nden milletvekili seçildiği dönemden beri.
Hiç unutmam bir gün bir arkadaş, "Latif Abi'ye neden kafayı taktın?" demişti. "Ondan çorap kokusu alıyorum!" cevabını verince de şaşırmış, "Tanışıyor musunuz?" diye sormuştu. "Hayır" demiştim, "Uzaktan bile görmedim, herkes gibi ben de televizyonlarda gördüm, dinledim..."
Benzer duygularla Davutoğlu'ndan da hazzetmiyordum.
Hayır, ondan "çorap kokusu" almıyordum. Çokluk riya üsluplu tevazuyla maskelediği mesiyanik enaniyetini fena halde seziyordum.
Rahmetli babacığım, Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Davutoğlu'na gösterdiğim bir tepki üzerine, "Sen bu adamcağızı neden zıt aldın?" diye sormuştu. (Babamın dilinde "adamcağız" asla küçümseme ifadesi değildi. Dahası "sevimli" bulduğu her şeye öyle derdi. Canı çektiğinde elmayı, armudu bile "elmacık, armutçuk" şeklinde tanımlardı.)
"Baba" demiştim, "Adamcık dediğin, ilk fırsatta Erdoğan'a ihanet edecek, görürsün!" Ömrü vefa etmedi görmeye, ama bana şöyle cevap verdiğini dün gibi hatırlıyorum: "Dert etme, öyle yaparsa sıfır olur!.."
Doğrusu bu ya, Abdüllatif Şener ve Ahmet Davutoğlu'na daha baştan takmış olmamın (sonuç itibarıyla haklı çıksam da) "rasyonel" bir izahı yoktu.
Gelgelelim, Ali Babacan'a kafayı takmamın gayet rasyonel bir gerekçesi vardı.
Bugünlerde "Para kolay, buluruz..." yollu hava atan Babacan o dönemde ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak, "parayı" bulmuştu.
Nasıl mı?
Yıl 2003'tü. ABD Başkanı George W. Bush'un talimatıyla Irak'a ilk bomba düşer düşmez Türkiye'ye 8.5 milyar dolarlık kredi gelecek demiş, günlerce medyada yazılıp çizilmişti.
Babacan'ın bu sözüne muttali olunca kanım donmuştu.
Dedim ya o vakitler bir gazetede yazmıyordum. Yazsaydım, hâşâ huzurdan "küfretmeden" yapamazdım.
Geçenlerde bu sözü kendisine hatırlatılınca, "Var mı bir görüntü, bir kayıt, koysunlar ortaya..." dedikten hemen sonra, adeta dalga geçer gibi "Medyaya kapalı grup toplantısındaki bir konuşmadan medyaya sızdırıldı..." şeklinde açıklama yaptı. "Neden tekzip etmediniz (yalanlamadınız)" sorusuna karşılık olarak da, tekziplerle uğraşamayacak kadar çok işi olduğunu söyledi.
Evet, Babacan'ın her zaman çok işi olmuştur
Bank Asya'yı Ziraat Bankası'na milyar dolara "kakalama" çalışmasından, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı adayı olması için CHP ittifakıyla, "Görünür değildim ama tam göbeğindeydim" ifadesiyle itiraf ettiği sinsi faaliyetine kadar işi başından aşkındı.
15 Temmuz'da da yurtdışında işi vardı.
Görünür olmadığı ama tam göbeğinde olduğu hangi iş için hangi ülkedeydi, orasını bilemiyoruz.
Bu köşe yazısını aşağıdaki linke tıklayarak sesli bir şekilde dinleyebilirsiniz