Azgın azınlığın içinde bile "Devleti temsil makamına 'ahır', devletin başına / cumhurbaşkanına / başkumandana 'öküz' demekte ne var?" diyeni görmedim.
Belki tozutanlar vardır ama ben rastlamadım.
Haliyle, aynı hakaret suçunu tekrar işlediği için tutuklanan Sedef Kabaş'ı savunan arkadaşlar, "düşünce ve ifade özgürlüğünü" öne sürüyorlar.
Peki, mahut hakaretleri düşünce ve ifade özgürlüğü içinde görüyorlar mı?
Hayır.
Görmüş olsalardı, karartmaya çalışmazlardı.
Demek ki hakaret etmeyi doğru bulmuyorlar veya kamuoyunun doğru bulmayacağını hesaba katıyorlar.
Bu bile iyidir, umut vericidir.
En azından hakarete "ilkesel" olarak karşı çıkmanın göstergesidir.
***
Keşke yargı bağımsızlığı üzerinden hükümeti eleştirenler de biraz ilkeli olabilseler.***
İllaki "hayal kırıklığından" dem vuracak olursam, muhalefet eşrafının ABD ve İngiliz büyükelçileriyle görüşme yarışını anabilirim.
Akşener daha geçenlerde ABD'nin Ankara Büyükelçisi David Satterfield ile bilmem kaçıncı sır görüşmesini yapmıştı. Akşener'in yüzünde "Rabbi Yessir" gördüğü İmamoğlu da geçen gün (millet karda kıyamette yardım beklerken) İngiltere Büyükelçisi'yle yemekte yakalandı.
Hayır, yakalandıklarında mahcup falan da olmuyorlar. En kötüsü de bu ya, bahsi diğer.
Sevgili Kılıçdaroğlu da bunlarla görüşe görüşe "eski deliklerden yeni bakışlar" atmaya başladı. Sanki onca şey yaşanmamış gibi, "Bu ülkeye demokrasi gelecekse bunun yolu Diyarbakır'dan geçer" mavalı okuyor hâlâ.
Diyarbakır tezgâh tabii; ABD tezgâhının kamuflajı.
Diyarbakır çok umurlarındaydı sanki...
Uzun lafın kısası, dünya sisteminin patronu ABD'nin onaylamadığı "demokrasinin" geçeceği hiçbir yol yoktur.
ABD onaylı demokrasinin de ne olduğunu parçalanmış Irak'ta hepimiz gördük.
İmdi soralım:
Yüz binlerce Iraklı çocuğun ilaç ambargosuyla ölümüne neden olan "demokrasi", Irak'a hangi yollardan geçerek girdi?
Bu köşe yazısını aşağıdaki linke tıklayarak sesli bir şekilde dinleyebilirsiniz