O sabah yağmur vardı şehirde. Sevecen, hoşgörülü, inceden inceye, sindire sindire yağan, arada bir mola verip insanların kurulanmalarına fırsat tanıyan yağmur.
Sabahın köründe otelden çıktım. 30-40 adımda deniz kıyısına ulaştım. Bir bankoya iliştim. Arkamdaki apartmanların denize vuran gölgelerini, iskeleler arasında mekik dokumaya başlamış olan vapurları seyrettim. Sonra gözlerimi kısıp karşı sahili bir uçtan öbürüne taradım.
"Hayatımın üçte ikisini geçirdiğim kente bir yabancı gibi gelmek ve hiçbir şey hissetmemek ne garip" diye mırıldandım.
"Sahi mi" diye bir ses ya da soru geldi sol tarafımdan. Başımı çevirdim. Benim boyumda, benim fiziğimde ama benden en az 15 yaş genç biri.
"Kimsin" diye sordum. "Ben senin geçmişinim" yanıtını verdi, "Burada geçirdiğin yılların muhafızı..."
Sonra ceketinin iç cebinden i-Pad benzeri bir alet çıkardı, parmağıyla ekranında dolaşmaya başladı.
Bir görüntü belirdi ekranda; uzattı, "Hatırlıyor musun" diye sordu. Elbette hatırlamıştım ama olumsuz anlamda kafamı salladım. "Fondaki müziğe kulak ver" diye üsteledi.
Baktım; belli ki sıcak mı sıcak bir yaz günü. 15-16 yaşlarında çocuk-genç arası biri, yabancı gelmeyen bir plajda denize giriyor. Aynı yaşlarda bir kız geliyor yanına. Sokuluyor, elini uzatıyor. "Tutar mısın" diyor, "Yüzme bilmiyorum..." Ve plajın bir yerlerinden bir Latin Amerika şarkısı yükseliyor: "Besame mucho..."
"Unuttun mu" diye üsteledi yanı başımdaki hayalet mi, gölge mi, ne olduğuna karar veremediğim yaratık, "Senin ilk aşkındı o..."
Parmağını yine i-Pad benzeri cihazın ekranında dolaştırdı. Bu kez deniz kıyısındaki bir restoranda baş başa yemek yiyen bir genç çift belirdi. Ve de uzaklardan yükselen bir müzik. Rastlantı, yine bir Latin müziği ama bu kez bir Fransız bestecinin İspanyol ezgileri: "Aranjuez mon amour..."
"Tanıdın mı" diye sordu. Elbette tanıdım ama yine başımı aşağıdan yukarıya doğru kaldırıp salladım. "İyi bak" dedi ekranı neredeyse gözümün içine sokarak. "O genç adam sensin, karşındaki de eşin. Evliliğinizin ilk yemeğini yiyorsunuz. 1 Temmuz 1976 akşamı."
Devam etti: "Konuştuklarınıza kulak ver."
Verdim. Genç adam, ben, şöyle diyordu: "Bu can bu bedende olduğu sürece seni seveceğim. Hayatımın sonuna kadar seni ne aldatacağım, ne ağlatacağım..."
Eli yine alete gitti, görüntüler parmağının ucunda film şeridi gibi akıyordu. Birinde durdu: "Burası neresi?"
Bilmez miyim; rahmetli Ahmet Piriştina'nın evi. Bir gece vakti. Masanın çevresinde oturmuşuz. "Kulağını uzat" diye dürttü. Uzattım: "Senin artık siyasete girme zamanın geldi. Önce bir dönem milletvekilliği, sonra büyükşehir belediye başkanlığı. Aç gönlünün kafesini, aslan içeri girsin" diyordu 40'lı yaşlardaki biri. "O öneriyi yapan sensin" diye fısıldadı banko arkadaşım.
"Yeter" dedim; "Yetmez" diye yanıtladı. Gene ekranı kurcaladı parmağı ve bir görüntüyü sabitledi:
Elinde küçücük bir valiz, havalimanına gitmek üzere otobüse binmekte olan bir adam.
"Bu da bu kentteki son gününün son saatleri" diye fısıldadı. "Neler hissediyordun o 30 Ocak 1995 günü, niye ağlıyordun; hatırladın mı?"
Hiç aklımdan çıkmadı ki... Ama inadına kafamı olumsuz anlamda salladım. Güldü: "Belleğini değil, kalbini yitirmiş numarası yapıyorsun ama yemezler..."
Biraz durdu, sevecen bir tonda sordu: "Niye ağlıyorsun?"
"Ağlamıyorum. Yağmur damlaları..."
Elini yanağıma götürdü, damlalardan birine dokundu, sonra diliyle tattı. Güldü: "Allah Allah, hiç tuzlu yağmur görmemiştim."
Hışımla kalktım, otele doğru yürümeye başladım hızlı, telaşlı adımlarla. Arkamdan bağırıyordu:
"Değer mi? Ne zaman döneceksin? Alzheimer veya Parkinson'a yakalanınca mı?"
O sabah yağmur vardı İzmir'de...