1960 Ekim'inden 1961 Eylül'üne kadar neredeyse bir yıl boyunca her gece değişmeyen bir "Ritüel"imiz vardı: Radyodan Yassıada duruşmalarının bant yayınını dinlemek.
İstanbul Radyosu'nun yayınladığı "Yassıada saati" belleğim beni yanıltmıyorsa, akşam 19.00 haberlerinden sonra başlardı.
Ve her yayın Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol'un gür ama sigaradan ötürü zaman zaman çatlayan sesiyle yaptığı anonsla açılırdı: "Sanıklar getirildiler. Bağlı olmayarak yerlerine alındılar. Müdafiler hazır. Açık olarak duruşmaya devam olundu..."
Sanıklar? Türkiye'yi 10 yıl boyunca yönetmiş siyasi kadro. Cumhurbaşkanından başbakana, bakanlardan milletvekillerine, valilerden belediye başkanlarına, il başkanlarından bürokratlara kadar 600'e yakın kişi ya da sanık.
Ve de yüksek rütbeli subaylar: Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun, DP'den milletvekili seçilmiş eski Genelkurmay Başkanı Mehmet Nuri Yamut, İstiklal Savaşı komutanlarından ve TBMM'nin ilk 11 yasama döneminin onunda görev yapmış Orgeneral Ali Fuat Cebesoy, Kore gazisi Tümgeneral Tahsin Yazıcı...
Toplam 19 davadan yargılandılar Demokrat Parti mensupları ya da Yassıada kurbanları. Sonunda 15'i idama mahkûm edildi, 402'si 5 yıldan müebbete kadar giden hapis cezalarına çarptırıldı...
İdam cezalarının onayı ya da bozulmasında son söz Milli Birlik Komitesi'nindi. 38 üyeli Komite'de sadece 5 general vardı: 27 Mayıs darbesinden üç hafta kadar önce Kara Kuvvetleri Komutanlığı'ndan zorunlu emekliye sevk edilen ve İzmir'deki evinde (Yeni Bostanlı'daydı) iznini geçirmekte olan Orgeneral Cemal Gürsel, Orgeneral Fahri Özdilek (1'inci Ordu Komutanı), Korgeneral Cemal Madanoğlu (Kara kuvvetleri Komutanlığı Lojistik Başkanı), Tuğgeneral Sıtkı Ulay (Harp Okulu Komutanı), Tuğgeneral İrfan Baştuğ (Genelkurmay'da Personel Başkanı).
Onların dışındakilerin hepsi albay, yarbay, binbaşı, yüzbaşı rütbesindeydiler.
Yani, 27 Mayıs darbesi emir-komuta zinciri içinde yapılmamıştı.
Emir-komuta zincirinin ilk halkası Orgeneral Erdelhun darbecilerce tutuklanmıştı. İkinci halkası Orgeneral Gürsel zorunlu emeklilik iznindeydi ama rütbesini çıkarırken silah arkadaşlarını uyarmıştı: "Ordunun ve taşıdığınız üniformanın şerefini daima yüksek tutunuz. Şu sırada memlekette esen hırslı politika havasının zararlı tesirlerinden kendinizi korumasını biliniz. Ne pahasına olursa olsun politikadan katiyen uzak kalınız. Bu, sizlerin şerefi, ordunun kudreti ve memleketin kaderi için ehemmiyeti haizdir."
Haydi, Erdelhun ve Gürsel devre dışıydı. Peki, Gürsel'e vekalet eden kara kuvvetleri komutanı ile asaleten görevlerini sürdüren hava, deniz, jandarma komutanları niye seyirci kaldılar?
Silahlı Kuvvetler bünyesinde yıllardır cuntaların kaynadığını bilmiyorlar mıydı? Bilmez olurlar mı.
Emir-komuta zinciri içinde darbecileri, cuntacıları durduramazlar mıydı? İsteseler ya da hiç değilse Gürsel'in orduya veda mesajına kulak verseler pekala durdurabilirlerdi.
İsmet İnönü'nün ifadesiyle, "Yığınakta yapılan hata savaşın sonuna kadar devam etti."
27 Mayıs'tan sonra çıkarılan (4 Ocak 1961'de) Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'nun ünlü 35'inci maddesiyle (Şöyle: "Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumaktır.") daha sonraki darbelere yasal zemin ya da meşruiyet yaratıldı. Ve Silahlı Kuvvetler bir daha siyasetten arındırılamadı.
Ve Silahlı Kuvvetler'de hep birileri kendilerini devletin, Cumhuriyet'in "Kollayıcısı ve koruyucusu" olarak gördü.
Silivri'ye giden yolun taşları işte böyle döşendi. Silivri sahillerinden baktığınızda Yassıada'yı göremezsiniz ama denizden esen rüzgâr hâlâ Salim Başol'un her duruşmayı açış anonsunun yankılarını taşır:
"Sanıklar getirildiler. Bağlı olmayarak yerlerine alındılar. Müdafiler hazır. Açık olarak duruşmaya devam olundu..."