Açılımları, AB İlerleme Raporu'nun yansımalarını, Ortadoğu'yu, kamera tartışmalarını ve de Türkiye gündeminin diğer konularını bir yana bırakıp bugün Afrika'ya uzanacağız.
Batı Afrika'nın 246 bin kilometrekare yüzölçümüne, 10.2 milyon nüfusa sahip ülkesi Gine, bağımsızlığını kazandığı 1958'den bu yana üç devlet başkanı gördü. Üçü de diktatörleşti.
İlk Başkan Ahmet Seku Ture, bağımsızlığın ilan edildiği 2 Ekim 1958'de oturduğu koltuktan 26 Mart 1984'teki ölümüne kadar hiç kalkmadı. Ardından Lansana Conte başkanlığa geldi ve 22 Aralık 2008'deki ölümüne kadar ülkeyi demir yumrukla yönetti.
Conte'nin son nefesini vermesinden birkaç saat sonra Yüzbaşı Musa Dadis Camara liderliğindeki bir grup subay yönetime el koydu. "Demokrasi ve Kalkınma Ulusal Konseyi" adını verdikleri bir cunta kurdular.
"İlahi esin" yönetimi
Darbeye kadar ordunun akaryakıt stoklarının yönetiminden sorumlu olan 45 yaşındaki Camara başlangıçta Gineliler'e çok sempatik geldi:
En kısa zamanda demokrasiye geçileceğini, 2010'da yapılacak devlet başkanlığı seçiminde ne kendisinin, ne de cunta üyelerinin hiçbirinin aday olmayacağını söylüyordu...
Gine'yi yolsuzluk batağından çıkaracağı sözü veriyordu...
Ülkeyi başkanlık sarayı yerine bir kışladaki mütevazı bir odadan yönetiyordu...
İlginç bir çalışma düzeni ve yöntemi vardı: Güne öğleden sonra başlıyordu, akşamları da devlet televizyonunda "Siyasi talk show" denebilecek programlar yapıyordu: Bir akşam eski yönetimin sorumlularından birini ekrana çıkarıyor ve yolsuzluk itiraflarında bulunmaya zorluyordu. Bir başka akşam selefi Lansana Conte'nin bir yakınını (Çocuklarını, akrabalarını) zorla getirtiyor, Gine'yi nasıl Latin Amerika kokain baronlarının transit üssüne dönüştürdüklerini anlattırıyordu.
Zamanla programının "Format"ı değişmeye başladı: Başbakanını, bakanlarını "Konuk ediyor", bağırıp çağırdıktan sonra azlediyordu. Ya da bir işadamını yerin dibine batırıyordu. Batı ülkelerinin büyükelçileri bile "İlahi bir ilham"la davrandığını söyleyen Camara'nın alçaltıcı şovundan nasiplerini aldılar.
Ne var ki, 2010, yani başkanlık seçimlerinin tarihi yaklaştıkça Camara değişmeye başladı. Sonunda "Halk için kendini feda etmeye" karar verdiğini açıkladı! Yani, seçimlerde aday olacaktı! Bir de gerekçesi vardı: "Ben aday olmazsam, sandıktan kim çıkarsa çıksın veya ben çekilirsem yerime kim gelirse gelsin, ordu iki saat içinde alaşağı eder! Hem de kanlı bir şekilde!.."
Ortalık karışıverdi: ABD, Afrika Birliği Örgütü, AB, Batı Afrika Devletleri Örgütü, "Egzantrik Yüzbaşı" yı sözünü tutmaya çağırdılar. Kulak asmadı.
28 Eylül katliamı
Ama asıl kıyameti halk kopardı. 28 Eylül'de başkent Konakri'deki statta toplanan 50 bini aşkın Gineli demokrasi istedi. Camara'nın yanıtı daha önceki diktatörler döneminde de epey katliam yapmış olan askeri birlikleri halkın üstüne göndermek oldu. Hedef gözetmeden yaylım ateşi açtılar. Bilanço: Morglara 157 ölü taşındı. Ama kesin kurban sayısını kimse bilmiyor, çünkü ölenlerin bir bölümü askerlerce götürülüp yakıldı. Evet, yakıldı! Ayrıca binlerce kişi yaralandı, yüzlerce kıza ve kadına herkesin gözü önünde tecavüz edildi.
Bu vahşet bardağı taşıran damla oldu. Uluslararası örgütler Yüzbaşı Camara'ya ve cuntaya katliamın sorumlularını cezalandırmaları, ayrıca yönetimi sivillere devretmeleri için yoğun baskıya başladılar. Pek fayda etmedi.
Ancak... Son iki günde iki önemli gelişme oldu: Önce La Haye'deki Uluslararası Ceza Mahkemesi, Gine'deki katliamla ilgili olarak soruşturma başlattı. Ardından da BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, aynı konuda uluslararası bir komisyon kurmaya karar verdiğini açıkladı. İki gelişmenin anlamı: Gine diktatörü ve arkadaşlarına uluslararası mahkemede hesap verme yolu açıldı.
Kendi halkından 157 kişiyi katledenlere bile sessiz kalmayan uluslararası hukuk ve vicdan, ezici çoğunluğu kadın ve çocuk 1.400'ü aşkın Filistinli'yi öldüren İsrail'e sessiz kalabilir mi? Kalabilir miydi?
Cezasız katliamlar dönemi 20'nci yüzyılla birlikte bitti...