"Benim için yurt ve vatan İstanbul'dur..."
İki yıl önce Kıbrıs gazetesi "Yeni Düzen"deki bir röportajda okuyup içimizin sızladığı eski bir İstanbul Rumu'nun hıçkırıktan farksız bu cümlesi, son 50 yılı özetliyor.
İstanbul Rumları'nı 300 binden yarısı yaşlı ve yatalak 2.500 kişiye indiren 50 yılı...
Bu toprakların asli unsuru olan koca bir topluluğun köküne kibrit suyu döken yarım yüzyılı...
1955, 1964, 1974 sürgünlerini... Adalar'da çürümeye terkedilmiş metruk evleri... Kapanın elinde kalan mallarımülkleri... Ve de hüzünlü bir Rum şarkısını: "Şarap içtim Galata'da / Sarhoş oldum Pera'da / Bir kız sevdim Yedikule'de / Hoşçakal Meryem Ana / Bu bir sohbetti / Bir rüyaydı, unuttuk gitti..."
Yüzlerce, binlerce yıllık vatanlarından zorla koparılmış ve Yunanistan'dan Almanya'ya, Amerika'dan Avustralya'ya kadar uzakyakın tüm coğrafyaya çil yavrusu gibi dağılmış o topluluğun temsilcileri İstanbul'da buluştular. Dünü konuşmak, bugünü anlamak, yarını tartışmak için.
Türkiye'den ve yurt dışından 800 davetlinin katıldığı 3 günlük konferans ilginç bir dönemde yapılıyor: İstanbul Rumları'nın felaketlerinin, Yedi Tepeli Şehir'den zorla sürülmelerinin tek nedeni olan Kıbrıs sorununun bir kez daha Türkiye'yi AB yolunda kritik bir kavşağa getirdiği günlerde.
İstanbul'a ve hayata tutunmaya çalışan her 3 Rum'a bir katılımcının düştüğü, böylece "Guiness"e geçecek bir rekorun kırıldığı konferans, aynı zamanda Türkiye'nin toplumsal spazm geçirdiği bir ortamda yapılıyor.
Bir yanda eskiye ve o eskinin vazgeçilemez parçası olan azınlıklarıyla cıvıl cıvıl İstanbul'a özlem duyanlar (Gazeteci Hırant Dink bu duyguları ya da bakış açısını "Herhalde 'O kadar azaldılar ki, artık daha fazla azalmasınlar' diye düşünülüyor. Çünkü antikalar yitirilmiş olacak" diye yorumluyor. Haksız sayılmaz; her 10 yılda bir onbinlerce kişi zorunlu göç yollarına düşerken, hiç kimsenin gıkı çıkmadı)...
Bir yanda "AB bizi parçalayacak" korkusu pompalayanlar...
Yine bir yanda AB'nin olmazsa olmaz kriterlerinin temel taşlarından azınlık haklarının çağdaş anlayışla düzenlenmesini isteyenler.
Bir yanda "Sevr hortlatılıyor" çığlıklarıyla bu taleplerin tartışıldığı toplantıları yasaklatmaya, olmazsa basmaya kalkanlar.
Lozan'ı uygulamak
Tuhaf olan şu: Sevr fobisine kapılanlar Lozan Anlaşması'nın "Hakkıyla uygulanıp uygulanmadığını" hiç sorgulamadılar. O anlaşmada, gayrimüslimlerin Türkiye Cumhuriyeti'nin eşit haklara sahip vatandaşları kabul edildiğini akıllarına bile getirmediler.
Devlet de o hükmü işine geldiği gibi yorumlayıp uyguladı. Azınlıklardan vatandaşlığın gereği olan tüm "ödevleri" hep talep etti, buna karşılık "hakları" tanımazlıktan geldi. Ne devlet memuru yaptı, ne orduya kabul etti, ne Meclis'e soktu. Seçme hakkı verdi ama seçilme hakkını fiilen imkansız hale getirdi. Laik bir rejimde onları hep "Dini cemaat" olarak gördü, kimliklerini "din" ile tanımladı. Bir yandan da AB azınlıkların ibadet haklarının tanınması için bastırdıkça, "emsal" yaratmak korkusuyla hep laiklik zırhının ardına sığındı.
Ancak bu devekuşu politikalarının daha fazla sürdürülemeyeceği artık görülüyor. Azınlıkları "öteki" değil "bizden" olarak göreceğimiz, korkuların değil ortak geleceğin paydası yapacağımız, uzun sözün kısası Lozan'ı layıkıyla uygulayacağımız bir zihniyet devriminin filizleri usul usul fışkırıyor.
AB'nin sihirli değneği, dokunduğu toplumları nasıl değiştiriyor, görüyor musunuz?