Türkiye'nin 1970'lerden bu yana aşina olduğu bu slogan artık Avustralya'dan Avrupa'ya kadar çok geniş coğrafyada yankılanıyor.
Dahası bu sloganın peşine takılanlar, ürkütücü katlarla büyüyor. Toplumların hem tabanında, hem tavanında.
Fransa İçişleri Bakanı, iktidardaki Halkçı Hareket Birliği (UMP) lideri Nicolas Sarkozy önceki gün Paris'te, partisine yeni üye olan 2.500 kişiye yaptığı konuşmada, klasik sağ ve sol kavramlarını aşan bir ideoloji geliştirmekte olduğunu "müjdeledi". Fransız olmanın onurunu yükselteceğini, Fransa'yı hem göçmenlere, hem de göçmenlerle ilgili politikalarını eleştirenlere karşı "Alttan alan, özür dileyen" eziklikten kurtaracağını anlattı, "Daha birkaç yıl önce bu söylemler ırkçılıkla suçlanıyordu. Ama artık bunları konuşma cesaretini gösterme zamanı geldi" dedi ve ekledi: "Fransa'yı sevmeyenler çekip gitsin!"
Kıyamet de koptu. Hayır, tepki ya da öfke anlamında değil. Tam tersine. "Fransa'yı sevme tekeli" ni Sarkozy'ye kaptırmamak için soldan sağa tüm liderler ve lider adayları çıtayı yükseltme yarışına girdiler.
En ilginç çıkış da siyasi yelpazede sağ ile aşırı sağ arasına sıkışmış olan Fransa Hareketi lideri ve Türkiye karşıtlığıyla ünlü Philippe de Villiers'den geldi: "Sarkozy bizim sloganımızı çalıyor."
Onun sloganı mı? Buyurun: "Ya sev ya terk et!"
Ulusal Cephe'nin yaşlı lideri JeanMarie Le Pen de kıs kıs ama mutlu güldü: "Herkes bizim çizgimize geliyor!"
Keyifle gülmekte haklı. Çünkü son kamuoyu araştırmalarına göre, Fransız halkının yüzde 35'i aşırı sağın politikalarını destekliyor ya da en azından kendisini o çizgiye yakın hissediyor.
Uzun sürecek bir kasırga
Son veriler popülizm ambalajına sarılmış aşırı sağın Avrupa'nın diğer ülkelerinde de Fransa'yı aratmayacak bir toplumsal taban bulduğunu gösteriyor. Örneğin siyasi yelpazenin o tarafında yer alan İngiliz Ulusal Partisi, İngiltere tarihinde ilk kez gelecek hafta yapılacak yerel seçimlerde özellikle Londra'da oyların yüzde 25'ini toplayacak güce ulaştı. Bu partiye kayanların gerekçesi: "İngiltere artık İngiltere olmaktan çıktı!"
Belçika'da öyle. Danimarka'da öyle. Avusturya'da öyle. Almanya'da öyle (Türklerin yüzde 30'u "terk edip" anavatana dönmeyi düşünüyor.) Hatta Bulgaristan'da, Romanya'da öyle. Rusya'da daha da facia. 15 yıl öncesine kadar sosyalizmin egemen olduğu bu ülkede, bugün halkın yüzde 12'si kendini açıkça "faşist" diye tanımlıyor, yüzde 53'ü de "Rusya Ruslarındır" sloganını destekliyor.
Bu keskinleşmeyi besleyen kaynakların başında elbette İslam karşıtlığı geliyor. Ama tek neden değil. Öyle olsa, Yahudi karşıtlığı da hortlamazdı. Renk, kültür, dil gibi etkenleri de sayan siyasal bilimciler gerçek nedenin farkında: Sınırları açan, sadece sermaye değil işgücü göçünü de mantığında ve kurallarında barındıran küreselleşme.
Geleneksel partiler, küreselleşmenin yarattığı sorunlara karşı reçete öneremedikleri, asıl önemlisi öyle bir reçete olamayacağını bildikleri için ya popülist söylemlere sapıyor ya da o çizgideki partiler karşısında çaresiz kalıyor.
Avrupa'da hoşgörülü, farklılıklara saygılı demokrasi yerini giderek adaleli demokrasiye bırakıyor. Tıpkı 1920-1930'lardaki gibi.
Ve ne yazık ki, uzmanlara göre, ekonomilerin ve toplumların temelden sarsıldığı, değiştiği bu geçiş ya da savrulma dönemi en az 20-30 yıl sürecek. Yine tıpkı 1920-1930'lardaki gibi! İnsanlığın 75 yılı boşa mı gidiyor?