İddialıyız: İlerde Erdoğan'ın en önemli yurtdışı temasları sıralaması yapıldığında, bugün başlayacak Sudan gezisi başlarda sayılacak. Belki de birinci sırada.
Çünkü Erdoğan, Sudan'ın başkenti Hartum'a gitmiyor; Hartum'da yapılacak Arap Birliği zirvesine onur konuğu olarak katılıyor.
Dahası, Türkiye bu ziyaretin nedeni olan zirveyle Arap Birliği'nin üyeleri arasına katılıyor. "Gözlemci", daha doğrusu "Sürekli konuk" sıfatıyla da olsa. (Arap Birliği statüsünde "gözlemci üyelik" öngörülmediği için bu formül geliştirildi.) Gündemi iyice magazinleşen Türk kamuoyu tarihi gezinin öneminin farkında değil ama tüm başkentler, projektörlerini AnkaraHartum hattına çevirdiler. Bu gezinin bir "Kırılma noktası" olduğunu biliyorlar. Daha doğrusu "Kırılmış kemikleri kaynaştırma operasyonu" olduğunu.
Haklılar. Zira Erdoğan'ın Arap Birliği zirvesine katılması, Türkiye'nin, diplomatik çevrelerde "Arap'tan dost olmaz" diye özetlenen 80 yıllık politikalarının sonu anlamına geliyor.
Bir başka deyişle, Türkiye, Osmanlı'nın tarihe karışmasından sonra sırt çevirdiği (Öylesine radikal sırt çevirmeydi ki, 1923-1946 arasında dışişleri bakanlarının demeçlerinin hiçbirinde "Arap" sözcüğü geçmedi) dünyayla kucaklaşıyor.
Ankara'ya tarihi görev
Yeri gelmişken Arap Birliği'ne üyelik sürecini özetleyelim. AK Parti'nin iktidara gelmesinden hemen sonra Başbakan Abdullah Gül, 4-6 Ocak 2003'te Kahire'ye yaptığı gezide Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa'ya Türkiye'nin örgüte katılma talebini iletti. Hepsi de Arap 22 üyeli örgütte bu girişim çok tartışıldı. Karşıtlar yığınla gerekçe sıraladılar: Kemalist laiklikten tutun Türkiye ile İsrail arasındaki özel ilişkilere kadar. Hatta Türkiye'nin yanı sıra İran, Rusya ve Pakistan'ın da gözlemci üyelik talepleri hatırlatılarak, "Yakında Arap Birliği'nde Arapça azınlık diline inecek" itirazlarıyla konuyu "Kimlik ve kültür sorunu"na taşımaya kalkanlar bile oldu. Tıpkı Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğine aynı gerekçelerle karşı çıkan Avrupalılar gibi! Dahası geçen yıl bugünlerde (22-23 Mart 2005) Cezayir'deki Arap Birliği zirvesi Türkiye karşıtlarının şovuna dönüştü. O kadar ki, Libya lideri Kaddafi'nin Türkiye'ye hakaretler yağdırdığı konuşmasını, katılımcıların çoğu kahkahalarla, kafa sallamalarıyla karşıladı.
Neyse. Hepsi geçti, Gül'ün 22 Eylül 2004'te New York'ta Amr Musa ile imzaladığı "Mutabakat muhtırası"nın onay süreci tamamlandı ve Erdoğan yarın Hartum'da başlayacak zirveye resmen davet edildi.
Başta da belirttiğimiz gibi, Türkiye'nin Arap Birliği üyeliği "Uygarlıklar diyalogu", "Dinler uzlaşması" gibi günümüzün en amansız sorununun çözümüne tarihi katkı sağlayabilir. Neden?
* Türkiye'yle birlikte, NATO da Arap Birliği'nde temsil edilmiş oluyor.
(NATO'nun İslam aleminden tek üyesi olduğumuzu unutmayın.)
* Türkiye'yle iki AB arasında köprü kuruluyor : Avrupa Birliği (AB) ve Arap Birliği (AB) artık Ankara aracılığıyla ortak politikalar üretebilecekler.
* Türkiye'yle Arap Birliği, İsrail'le ilk diplomatik ilişkiyi kuran, bu ülkeyle sağlam ittifak ilişkileri bulunan bir Müslüman ülkeye kucak açıyor.
Bu gelişme, İsrail'in eski Başbakanı Şimon Perez'in "Bir gün biz de Arap Birliği'ne katılacağız. Ve o zaman örgüt, Ortadoğu Birliği'ne dönüşecek" iddiasının veya vizyonunun yolunu açacak mı; kim bilir...
Ama her şey bir yana "Arap Lawrence"in 90 yıl önce ektiği nifak tohumları kurutuluyor ya; o bile yeter...