Almanya Başbakanı Gerhard Schröder'in Ankara ziyareti, yüzde 80 gibi ezici çoğunluğu AB yanlısı olan Türk halkının moralini yükseltti.
Schröder'in "Kopenhag Kriterleri'nin dışında Türkiye'ye yeni koşullar getirilmeyeceği" güvencesi ve "AB Komisyonu sonbaharda Türkiye'nin kaderini belirleyecek raporu yazarken, Almanya olumlu görüş bildirecek" sözü, "Aralık ayındaki Brüksel zirvesinden müzakerelere başlama kararı çıkması büyük ölçüde garantilendi" şeklinde yorumlanabilir.
Ancak yine de "Bu iş bitti" havasına kapılmamak gerekiyor.
Çünkü Fransa'nın sessizliği ister istemez insanın içine kurt düşürüyor.
AB'nin iki motoru var: Almanya ve Fransa. Bu iki ülke öylesine kenetlendiler ki, işi AB zirvelerinde birbirlerine vekalet vermeye kadar götürdüler.
Yine bu iki ülke yıllardır bir "işbölümü" politikası uyguluyor. Tiyatrolardaki gülen ve ağlayan maskeleri gözünüzün önüne getirin, işte onlarla oynuyor. Biri güleni takarken, diğeri ağlayan maskeyi geçiriyor yüzüne. Gaza basma görevini biri üstlenmişse, diğerine de freni çekmek düşüyor.
Yine bu ikili AB'nin genişlemesi konusunda 1990'ların başında Mitterrand ve Kohl tarafından belirlenmiş politikayı aynen sürdürüyor. Ta o zamanlar alınmış ortak karar şu: AB'nin derinleşmesi süreci tamamlanmadan yeni genişleme kesinlikle yok!
Bu tabloya ve gerek Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'ın, gerekse Başbakan Jean-Pierre Raffarin'in ısrarlı ve de bilinçli suskunluklarına bakınca, "Fransa ağlayan maskeyi mi taktı" ya da "Filmde kötü karekteri oynamaya mı hazırlanıyor" kuşkusuna kapılmamak kolay değil.
Kopenhag'ı unutmadık
Üstelik bu şüpheleri besleyecek ya da körükleyecek epeyce örnek de var.
Hatırlayacaksınız; 2002 Aralık'ında, Kopenhag Zirvesi'nden hemen önce, Erdoğan iktidarı kazanmış AK Parti'nin lideri sıfatıyla çıktığı müzakere tarihi talebine destek turu çerçevesinde Paris'e de uğramış, Chirac'tan "Merak etmeyin, gereğini yapacağız, bize güvenin" sözü almıştı.
"Gereğini yapma"nın ne anlama geldiği birkaç gün sonra Kopenhag'da ortaya çıktı. Gündemde sıra Türkiye'ye gelince Chirac, kararlı bir ifadeyle, "Bu konuyu 2004 zirvesine bırakalım" deyiverdi. Kimse de itiraz edemedi.
Chirac, Kopenhag'dan bu yana Türkiye'nin üyeliği konusunda sadece iki kez ağzını açtı. İlki Almanya-Fransa dostluğunu perçinleyen Elysee Antlaşması'nın 40'ıncı yıldönümü dolayısıyla 22 Ocak 2003 tarihinde Paris'te Schröder ile birlikte iki ülkenin TV kanallarına yaptığı açıklamaların arasına sıkıştırıldı. O ortak mülakatta "Türkiye'nin bir gün AB'ye üye olacağına gerçekten inanıyor musunuz" sorusuna şu cevabı verdi: "Bu aslında Türkiye'ye bağlı. Yani Kopenhag'da belirlediğimiz kriterleri kabullenmesine ve hayata geçirmesine..."
Kimsenin karşı çıkamayacağı bir bakış açısı değil mi? Peki ya ondan iki gün önce, 20 Ocak 2003'te "Le Figaro" gazetesinin aynı konudaki sorusu üstüne "Geleceği bugünden tahmin edemem" diye kestirip atmasına ne demeli?
Ve Chirac o tarihten bu yana suskun. Buna karşılık Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkanlar hergün konuşuyor. "Türkiye'ye hayır" kampanyalarının biri bitmeden diğeri başlıyor. Sonuncusunun öncüsü Ermeni kökenli ünlü şarkıcı ve Ararat filminin oyuncularından Charles Aznavour.
Bazı Fransız kaynakları, "Chirac'ın görüşü olumlu ama Haziran'daki AB Parlamentosu seçimlerinin geçmesini bekliyor. Mart ayındaki AB zirvesinde bunun ilk işaretleri verilecek" diyorlar. Umarız öyledir.
Ancak yine de hükümete Fransa'yı pek boş bırakmamasını tavsiye ederiz...